Türk edebiyat tarihi ilminin kurucusu olan Prof. Fuad Köprülü, Türk edebiyatı tarihini devrelere ayırırken, son çağ Türk edebiyatını "Avrupa medeniyeti tesiri altında Türk edebiyatı" diye tavsif eder. Bu tavsif veya adlandırma daha sonra gelenler tarafından da benimsenmiş ve tekrarlanmıştır. Prof. Dr. Kenan Akyüz, Tanzimat'tan sonraki Türk şairlerinin eserlerini ihtiva eden kitabına Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi adını verir.
Tanzimat'tan sonra gelişen Türk edebiyatı üzerinde Batı veya Avrupa medeniyet ve edebiyatının büyük tesiri olduğuna hiç şüphe yoktur. Fakat bu devir Türk edebiyatını sadece Batı veya Avrupa tesiriyle izah etmek ve adlandırmak, kanaatime göre, pek doğru değildir. Zira bu devirde, eski Türk edebiyatı, Yahya Kemal'e, hatta en son Türk şairlerine gelinceye kadar tesirini, devam ettirdiği gibi, ondan da daha fazla Türk Halk edebiyatının tesiri altında kalmıştır. Bilhassa "Milli edebiyat akımı"ndan sonra, Türk edebiyatçıları, aradıkları hazineyi halk dili ve halk edebiyatında bulmuşlardır. Bu büyük kültür hareketi, batıda Yunan ve Latin kaynaklarına döndükten sonra başlayan Rönesans hareketine benzetilebilir.
Denilebilir ki, Türk aydınları üzerinde Batı edebiyatının tesiri, onlara kendi dil ve kültür hazinelerini buldurmak olmuştur.
Gerçekten de, daha Tanzimat devrinde, Avrupalıların Türk dili ve Türk kültürü üzerinde yapmış oldukları ilmi araştırmaların farkına varan Türk aydınları, Osmanlıca veya Arapça ve Farsçanın dışında, Türklerin kendilerine has Türkçe veya "halis Türkçe" bir dilleri olduğunu öğrenince, büyük bir heyecana kapılmışlar ve kısa zamanda onu yeni bir tarih, bir kültür, hatta yeni bir ideoloji ve politikanın temeli ve kaynağı haline getirmişlerdir. Son çağ Türk kültür ve edebiyat tarihinde muazzam tesiri olan Türkçülük hareketi, dilden başlayarak kültürün her sahasını içine alan, başka milletlerden ayrı bir millet olmanın şuuruna varış ve bir yeniden doğuş hareketi değil de nedir?
Halis Türkçe'ye gidişle "halk" a ve "halk kültürü" ne gidiş hareketi daha Şinasi'den itibaren at başı beraber yürür. "Saf Türkçe" beyitler ve mısralar yazan Şinasi, Şair Evlenmesi adlı piyesinde mahalle halkını kendi dili ile konuşturduğu gibi, manalı bir şekilde Hikmet-i Avam adını verdiği Türk atasözlerini de toplar. Şinasi'nin Türk atasözlerine "Hikmet-i Avam" demesinin sebebi, cahil sanılan halkın da kendisine göre bir düşüncesi, bir hayat görüşü olduğunu belirtmek içindir.
Masallardaki genç, bilmediği bir yola girer; bu bilmediği yolun sonunda güzel bir saraya varır ve sarayda rüyalarında hayalini gördüğü güzeli bulur. Türk aydınlarının Tanzimat'tan sonraki durumları buna benzer. Girdikleri Türkçe yolu onları, o zamana kadar bilmedikleri bir ülkeye, eski Türk kültürüne, halk kültürüne ve çağdaş milli edebiyata götürür. Tanzimat devrinde hiç kimse, bu yoldan gidilince bir Ömer Seyfettin, bir Ziya Gökalp, bir Ahmet Kutsi Tecer, bir Orhan Veli çıkacağını bilemezdi.
Şinasi'den Orhan Veli'ye kadar gelen Türk şairleri ve yazarları üzerinde, Türk halk edebiyatının tesiri en az Batı edebiyatı kadar olduğu için, ben bu devir edebiyatının sadece "Avrupa veya Batı tesiri altında Türk edebiyatı" diye adlandırılmasını doğru bulmuyorum. O, Batı tesiri ile beraber Türk Halk ve Divan edebiyatlarının da tesiri altında kalan, fakat onlardan aldıklarını çağın ve Türkiye'nin şartlarına göre yeniden yoğuran, kelimenin tam manasıyle bir "yeni Türk edebiyatı"dır.
Bu edebiyatı incelerken, nasıl Batı edebiyatından gelen tesirleri mukayeseli edebiyat metodu ile ayrıca ele almak icap ediyorsa, Halk edebiyatının tesirlerini de ayrı bir dikkatle incelemek gerekir. Yalnız birbirinden farklı olan bu iki tesir araştırmasını yaparken, şu hususu unutmamak gerekir: Bu devirde şahsiyet sahibi olan Türk yazarları, Batı'dan aldıkları gibi halktan aldıklarını da değiştirmişler, terkibin içinde eritmişlerdir. Onları "şahsiyet" haline getiren de budur. Ancak yaratma gücü olmayanlar basit ve acemice taklitle yetinirler.
Son çağ Türk edebiyatçılarının Halk edebiyatından hangi unsurları aldıklarını, onları nasıl değiştirdiklerini ve onlar vasıtasiyle kendi duygu ve düşüncelerini nasıl kaynaştırdıklarını araştırmak, zevkli fakat uzun ve ince bir iştir. Bu tesir ve değiştirme hemen her yazarda farklı bir şekilde gözükür. Ziya Gökalp'in halk edebiyatından aldıkları ile Faruk Nafiz Çamlıbel, Necip Fazıl, Ahmet Kutsi Tecer, A. Hamdi Tanpınar, Cahit Külebi ve Orhan Veli'ninki aynı değildir. Onların aldıkları başka olduğu gibi, aldıklarını değiştirme ve kullanış tarzları da farklıdır. Faruk Nafiz, Han Duvarları adlı şiirinde, tamamen bu şiirin ruhuna uygun olarak, Maraşlı Şeyhoğlu adında meçhul bir halk şairi yaratır ve onun ağzından çok güzel bir koşma söyler. Bu koşma, dıştan Halk şiirine benzerse de, yapısı ve dokusu ile bir Halk şairi koşmasından farklıdır. Orhan Veli, Destan Gibi şiirinde Halk şiirinden gelen unsurları çok savruk olarak kullanır. Fakat onları kendi sesiyle o kadar güzel meczeder ki, konuşan halk şairi midir, Orhan Veli midir farkedemezsiniz. Onları birbirinden ayırmak estetik bakımdan doğru olmadığı gibi, böyle bir ameliyeye girişmek, insan vücudundan bir organı çıkarmak kadar zordur.
Halk kültürünü ilmi bakımdan inceleyenler, aydın tabakaya mensup sanatçıların, halktan aldıkları sesleri, şekilleri, ifade veya sembolleri değiştirmelerinden pek hoşlanmazlar. Bu onlara "halk kültürünü bozma" gibi gelir. Güzel bir şekilde de olsa, her "değiştirme", "bozma" demektir. Fakat, yeni bir sanat eserinin içine sokulan her şey, onun manasına uymak zorundadır. Bu durum karşısında yapılacak şey, iki sahayı birbirinden ayırmaktır. Aslında da bu iki saha, halk kültürünü ilmi bir şekilde inceleme ile çağdaş sanatçıların halk kültüründen gelme unsurları değiştirerek kendi eserlerinde kullanmaları, birbirinden tamamıyle farklı iki faaliyettir. Bunlardan birincisine ilmi düşüncenin esası olan "hakikati olduğu gibi tespit" fikri, ikincisine ise sanatın esası olan "yeniden yaratış" fikri hakimdir.
Kimse Ziya Gökalp, Faruk Nafiz veya Orhan Veli'yi halk kültüründen aldıklarını bozdu diye itham edemez. Bilakis onları halk kültürünü bir yeni ilham kaynağı haline getirdikleri için kutlamak gerekir. Edebiyat sahasında, bu "bozma" şikayetlerine pek fazla rastlanılmadığı halde, musiki ve dans sahasında sık sık şahit olmaktayız. Bunun sebebi, bana öyle geliyor ki, bu sahada henüz başarılı bir "değiştirme" veya "yeniden yaratma" safhasına ulaşılmamış olmasıdır. Fakat bu denemeler ilerde, halk musikisi ve halk dansı sahasında bir Ziya Gökalp, bir Faruk Nafiz, bir Orhan Veli yetişmeyeceği manasına gelmez. Biz kelimenin tam manasıyle bir "yeniden doğuş" merhalesinde bulunan bir milletiz.
Ben yarınki Türk musikisi ve Türk dansının bugünkü Türk şiiri gibi, Batı ile beraber Türk halk kültürünün bir terkibi olacağına inanıyorum. Bu terkibin içine elbette, Mimar Sinan, Baki ve Itri'nin yüksek ruh ve sanat eserlerinden de pek çok şeyler karışacaktır. Yahya Kemal, A. Hamdi Tanpınar, Kemal Tahir ve Behçet Necatigil'in eserlerinde olduğu gibi, yeni Türk sanatı üç kaynaktan, Batı, Halk ve Divan kaynaklarından gelen unsurları terkibe ulaştırdığı zaman, orijinal, güzel ve mükemmel eserler vücuda getirecektir. Tarih bizi böyle bir terkibe doğru adeta zorluyor. Tarihin bu zaruretini duyan ve onun şuuruna ulaşan sanatçının sesi, yüzlerce yıl ötesine ulaşacaktır. Zira milletlerin geleceği tarihlerinin içinde gizlidir.
Yetmişinde bir Selçuklu sultanı gibi, bin yıllık Türk hayatı, neşesi, gamı, divanı ve halkı ile, Mevlana kült'ü ve Meram safaları ile onun sazına sinmiş. Sazı çalmıyor, denebilir ki sazı ile "muaşaka ediyor".
Bir "Feyzi Halıcı". Hayatta pişmiş, hünerde pişmiş, insanlıkta, faaliyette belki siyasette de mesafe almış, fakat şair tabiatından hiç taviz vermemiş. Konya Turizm Derneği, bütün çalışmaları ve Konya'nın dünyaya yayılan turistik şöhreti, manevi şanı, büyük ölçüde onun eseridir. Belki yirmi yıldan beri "Mevlana ihtifalleri" yaptırtıyor. Şiir kitapları; neyleri ve tabiatı ile doğuştan bir Mevlana hayranı.
Feyzi Halıcı on yıldır, bir de Konya'yı haftalarca seslendiren "Aşıklar Bayramı" çığırı açmış. Bununla yetinmiyor. Yurt çapında "Cirit Müsabakası" şenliklerini, yine Konya'da yaptırtıyor. Tam teşkilatçı tutumuyle, ülkemizi ve hatta dünyanın birçok meraklısını Konya'mıza topluyor.
Bu yıl Aşıklar Bayramı'nın onuncu yılı idi. Cumhuriyet Bayramımızın elli ikinci ve Kars'ın kurtuluşunun elli beşinci yılı, hep bir arada sazlar, sözler, şiirler, destanlarla Konya'da, güzel şekilde kutlandı.
Aşıklar Bayramı'nın onuncu yıldönümü dolayısıyle, Halıcı, bir de "Uluslararası Folklor ve Halk Edebiyatı Semineri" düzenlenmişti. Elliye yakın yerli ve yabancı uzman, sanatkar ve ilim adamı, bu münasebetle, halk edebiyatımız ve folklorumuzun gizli yanlarına ışık tuttular.
Aşıklar Bayramı'nda, her yıl olduğu gibi bu yıl da, yüze yakın halk şairi, türkücü, bozlakçı, taşlamacı aşıklar, yine sazlar, sözler yarıştırdılar. Atışmaların en güzelleri yapıldı. Yarışan şiirler arasında, birçokları gibi Karslı Aşık Dursun Durdağı'nın şu mısraları da dillere lezzet kaldı.
Adam var ki defeyler her hatayı,
Adam var ki tasa çalar baltayı.
Adam var ki soyar çiğ yumurtayı,
Adam var ki portakalı soyamaz.
Her türlü duygu ve düşünceleriniz için bize buradan ulaşabilirsiniz.