Eski Türklerde ilk şairlerin izlerini birtakım törenler etrafında görüyoruz. Orta Asya Türklüğünde askeri nitelikli 'şölen', hakanların ve devlet ileri gelenlerinin katıldığı büyük avlar için düzenlenen 'sığır' ve ölü gömme törenleriyle ilgili 'yuğ' merasimleri vardı. Hepsi de dini bir öze bağlı olan bu törenlerin idaresi, 'baksı-ozan' adıyla bilinen rahip-şairlerin elinde bulunurdu. Bunlar tanrılara kurbanlar sunarlar, fena cinleri ve kötü ruhları kovarlar, ölülerin ruhlarını öteki dünyaya gönderirler ve ayrıca insanların bedenine giren kötü ruhları ve cinleri kovarak, hastaları tedavi ederlerdi. Onlar gerek tanrılara kurban sunma, gerekse tedavi seansları sırasında çalgı çalıp, hızlı bir şekilde raks ederken, kızgın demirleri yalayacak kadar kendilerinden geçip cezbeye ulaştıkları anda, sihri mahiyetli bir takım mısralar söylüyorlardı. Türk şiirinin ilk örneklerinin bu mısralar olduğu sanılmaktadır. İlk şairler de, sihri güçleri olduğuna inanılan, büyü, raks, müzik, şiir ve tababet bilen, bu 'baksı-ozan'lardır.
'Baksı-ozanların' tüm Türk şubeleri içinde saygın bir yerleri vardır. Ve değişik Türk şubelerinde çeşitli adlarla (Altaylarda kam, Kırgızlarda baksı, Yakutlarda oyun, Tonguzlarda şaman ve Oğuzlarda ozan) anılırlardı.
Sazlı şairlerin ataları olan ozan tipi, işte bu 'baksı-ozan'ların şairlik mesleğini terk etmelerinden sonra ortaya çıkan bir tiptir, iş bölümü neticesi dini ve sihri törenlerin idaresi Kam ve Baksılara, şairlik görevi ise ozanlara kalmıştır.
Bu ozanlar, büyü ve tababet bilmezler, dini bir işlevleri de yoktur. Ellerinde kopuzlarıyla çalıp-söyleyerek kır, bayır, yurt-oba gezer, halkı eğlendirirlerdi. Zamanla tüm Türkler içinde, bilhassa Oğuzlar arasında çoğalmışlar ve XV. yüzyıla kadar bütün millet içinde önemlerini muhafaza etmişlerdir.
Günümüz halk şiiri ölçü ve biçimleriyle hemen hemen aynı olan şiirlerinin konusu genellikle aşk, doğa, kahramanlık ve yurt sevgisidir. Onlar askerlerle birlikte savaşa giderler, düğün, eğlence, toplantı ve kutlu günlerin vazgeçilmez konuklarıdırlar. Baharın gelişi, çiçeklerin açışı, bolluk ve bereketli günlerin sevinci, sevgililerin aşkları, yiğitlerin kahramanlıkları onların şiirlerinde dile gelir. Halkı eğlendiren, zafer müjdesini yurtlara yayan, kahramanları, cömertleri, beyleri ululaştıran, anonim ürünleri obadan obaya taşıyan, kısaca milletin sevincini ve üzüntülerini terennüm eden, yayan onlardır.
Onlar Türkler arasında her zaman sevilmiş ve korunmuşlardır. Dede Korkut onlardan bahsederken "kolca kopuz götürüp elden ele, beğden beğe ozan gezer. Er nekesin er cömerdin ozan bilür" demektedir.
Ozanların halk arasındaki sevgi ve önemi, Türkler Orta Asya'dan çıktıktan sonra da devam etmiştir. Türk boylarının bir araya gelerek kurdukları Selçuklu içinde de ozanlar, Orta Asya'daki işlevlerini sürdürmüşlerdir. Selçuklu ordularının ozansız olanı yoktur. Ozanlar, askeri savaşa hazırlar, zafer geceleri onları coşturur, kahramanları över, kültür ürünlerini ilden ile yayar ve halkı eğlendirirlerdi. Ancak zamanla ozanlar, Selçuklu içinde ilk günlerdeki önemlerini yitirdiler. Türk edebiyatına yabancı kalan sultanların ve Arap-Fars kültürü ile yetişen şehzadelerin Acem edebiyatına iltifatları ve bu kültürün ülkede yaygınlaşması ozanların ve taşıdıkları kültürün küçümsenmesine, dışlanmasına yol açtı. Ve ozanlar, Türk hakanından çok, İslam hükümdarı konumundaki sultanlara tepki gösteren Türkmenler içine çekildiler. Onların yaydıkları ve aslında zengin olan Türk edebiyatı, Selçuklular içinde gerekli ilgiyi görseydi, kuşkusuz, ileri tarihlere daha oylumlu bir edebiyat birikimi devredilebilirdi.
Varlıklarını göçebe topluluklar içinde sürdüren ozanlar, Selçuklulardan sonra Osmanlı içinde de eski itibarını bulamamıştır. Yaygın Acem edebiyatının etkisindeki aydın çevre, onları 'lafebesi', 'herzegu' olarak görmüş, her zaman aşağılayıcı ifadelerle tanımlamışlardır. Buna rağmen onlar horgörüldükleri, dışlandıkları büyük kültür merkezlerinden uzak kırsal alanlarda, konar-göçer Türkmenler arasında varlıklarını sürdürmüşler, Anadolu halkının şiir ve müzik zevklerini ellerinde tutmuşlardır.
Bilhassa XIII. yüzyıldan itibaren Anadolu'da yaygınlaşan tarikatlar; kendi inanç ve felsefelerinin halk içinde benimsenmesinde, ozanlardan geniş ölçüde yararlanmışlardır. Halkın şiire olan düşkünlüğünden yararlanan tarikatlar, yetiştirdikleri ozanları yurt içine salarak propagandalarını yapmışlardır. Çok sayıdaki ozanın tarikatlara intisabı; yine Türkçe ile hece ölçüsünde söyleyen, yine ozanlık geleneğini sürdüren, ancak şiirlerini dini ve ahlaki konulara açmış mutasavvıf bir şair grubunun doğmasına sebep olmuştur. Tarikatlara girmiş ozanlar, bilhassa Bektaşilik mensupları kendilerine Kul, Abdal, Edna, Sultan... gibi mahlaslar almışlardır.
Ozanlar gerek Selçuklu, gerekse Osmanlılar içinde büyük kültür ve şehir merkezlerinde tutunamamışlardır. Bedii zevklerini Acem edebiyatı ürünleri ile tatmin eden şehir halkı, bu edebiyata büyük iltifat gösteren saray, yöneticiler ve aydın çevre, ozanları sürekli küçümsemişler ve dışlamışlardır. Yazılan tüm lügatlerde ozanlar için aşağılayıcı ifadeler kullanılmıştır. Örneğin Lamii, ozan kelimesini "geveze, söz ebesi, herze söyleyen" manasında kaydeder. Ahmet Vefik Paşa, Lehçe-i Osmani'de ozanlar için "iki telli çalan, ekseri kör menhusadandır. Şairi, şiiri bilmezler" ifadesini kullanır.
Her türlü duygu ve düşünceleriniz için bize buradan ulaşabilirsiniz.