Her biri bilinmez bir mezar şimdi. Mezar taşları ürpertir, ürkütür insanı. Ama beni,o hassas melteme bile dayanamayacak kadar hafif vücutları, yüreklerinin çektikleri, katlandıkları ve yaşadıkları dillere destan, ateş dolu, acı dolu hayatları daha çok ürpertmiştir hep. Mezar taşlarından daha fazla.
"Sen ne güzel bulursun gezsen Anadolu'yu" demiş ozan. Demiş ya! Ne yürekten demiş, ne doğru demiş.
Anadolum benim. Günde bin güzellik görüp, birine vurulduğumuz. Gam ile dert ile yoğrulduğumuz. Gök gözlü, güneş yüzlü, derin sözlü, yarım özlü. Ekmeğini el ile paylaşan, Çarşamba'sını sel alan, sevdiklerini el alan. Kor yürekli, demir bilekli, başı bulutlarda yiğitlerin, vefalı, sadık, vefakar, örük saçlı, uzun boylu yapalakların, tuğ sunaların, toraşamların, gül yüzlü güzellerin, ceylanların, efsanelerin, lav gibi fışkıran yüreklerin, düğünlerin, halayların, türkülerin, ağaların, beylerin, ozanların ve dillere destan aşıkların diyarı Anadolum. Anadolum benim.
Kerem ile Aslı'sı var, Ferhat ile Şirin'i var, Leyla ile Mecnun'u var, Elif ile Mahmut'u, Sürmeli Bey'i, Şah İsmail'i, Sümmani'si var. Dil hangi birine döner, yürek hangi birine katlanır. Ve kalem hangi birini yazabilir. Yazıp da başedebilir ki.
İşte Senem ile Yazıcıoğlu da bu yürek yangınlarını çekmiş binlerce kor yığınından sadece ikisi.
Tülü mayalar, kırk atlar koçlar, taylar kuzular, gökçe gelinler ve koç yiğitlerden kurulu yörük kervanı Binboğa dağlarının üstünden aşıp, güneşin kızıla boyanıp battığı Tanır yaylasına doğru ince bir çizgi gibi, bir uçtan bir uca süzülüp geçti.
Günlerdir at üstündeki aşiret mensupları yorulmuşlar, bunalmışlardı. Ama yol bitmiş sınırın hemen yanıbaşındaki konak yeri Yapalak görünmüştür. Akşamüstü yaylaya ulaşınca kervanın en önünde giden tülü mayadan yaşlı bir yörük beyi sıçrayıp indi. Arkasında uzanan kervana dur etti ve bağırdı.
"Konak yerimiz buradır. Atlar bağlana, denkler çözüle, tez elden çadırlar kurula, Allah hayıra getire dedi."
Yiğitler atlarından, gelinler tülü mayalarından indiler. Birkaç genç kadın, yörük beyinin indiği devenin yedeğindeki al bir attan, genç bir kızı incitmekten korkar gibi tutup indirdiler yere. Altına kilim serildi. Üstüne gölgelik çekildi hemen. Bağdaş kurup oturdu genç yörük kızı yere. Omzunun bir ucundan bir ucuna fişeklik çevriliydi. Belinde gümüş saplı bir hançer takılıydı. İran ipeğindendi tüm giysileri.
Samur saçları başındaki yeşil berenin içinde toplanmış, kenarlarından taşmıştı. Uzun boylu, beyaz tenli, simsiyah gözlü, ceylan bakışlı, bakanın bir daha baktığı, görenlerin yüreklerini yaktığı bir ahuydu bu. Ne Tanır, ne Binboğalar nede bu küçük Yapalak, böyle bir güzele çadır açmamış, böyle bir ceylana rastlamamışlardı. Yayla böyle bir güzel görmemişti.
Tez elden çadırlar kuruldu. Atlar kuzular koyunlar çayıra salındı. Beyin siyah çadırından geniş obası kuruldu. Tüfekler, sazlar asıldı çadır direklerine. Ay orta yere gelip dolandı. Mehtap bir uçtan bir uca ışığıyla doldu Yapalak'a. Yörükler meydan yerinde yaktıkları, gökyüzüne uzanan bir ateş yığınının başında, geceye teslim ettiler ilk günlerini.
Ertesi sabah hemen duyuldu Tanır'a yörüklerin gelip yerleştikleri. Adettendi, yerli halk gelip hoşgeldiniz derdi. Birkaç ay kalıp sonra gidecek olan bu göçebe yörükleriyle kardeş gibi geçinirlerdi. Hoşgeldine gitmek bölgenin ağasına düşerdi. Ağa yanına bölge büyüklerini toplar, kadınını yanına alır, gider yeni misafirleriyle tanış olurdu.
Yine öyle oldu. Tanır'ın şanlı Bey'i Yazıcı oğlu köyünün büyüklerini çağırıp, başlarına da oğlu Osman'ı katıp hoşgeldine gönderdi yörük içine. Atlayıp atlarına, vardılar yörük yaylasına yerliler. Yörükler hürmetle yürekten karşıladılar gelenleri. Koşup ağaya haber verdiler. Kara çadırından önce ak saçlı yörük beyi, ardında o ahu gözlü, fidan boylu ceren çıktı. Bir hançer gibi dikildi karşılarına. Başı yularda iki eli böğründe, daha buyrun diyemeden, ziyaretçilerin başında atın üstünde bir kartal gibi duran yemyeşil gözlü, kartal bakışlı çınar gibi heybetli Osman'a takıldı gözleri. Bir yıl gibi sürdü, ikisi için de bu bakışlar. Bakıştılar.
Buyrun dedi yörük beyi. Yanında hala, yere saplı bir hançer gibi duran kıza döndü. Senem dedi:
- "Atı tut kızım".
Koştu Senem adetleri gereğince, gelen kafilenin beyi ile hanım ağasının atının yularına sarıldı. Kadın da Osman da indiler atlarından. Tam kafile yörük illeri gelenekleri gibi halka tutup oturdular. Hoş geldiniz edildi. Kahveler, katıklar içildi, konuşulup tanışıldı. Ama iki gencin aklı ve gözleri bir an bile ayrılmadı birbirlerinden. İşte diyordu Senem! Kendimi kollarına teslim edebileceğim, erim, erkeğim diyebileceğim çınar gibi bir yiğit. İşte diyordu Yazıcı oğlu Osman'a. Yazıcı oğlu Osman'da, baba evine götürebileceğim, övünç duyup yaslanacağım, bir ahu diyordu kendi kendine.
Akşama kadar kalındı yörük yaylasında. Geniş sofralar yazıldı yere, koyunlar kızartıldı, katıklar yayıldı,yenildi içildi. Ama Senem ile Osman bir kere düşen bir kor yığını gibi, bakıp durdular birbirlerine. Akşam yörüklerden ayrılıp Tanır'a doğru yola çıktıkları zaman, Osman yüreğinden bir parçanın Yapalak'ta kaldığını hissetti. Senem yüreğinden bir parçanın kopartılıp alındığını, içinden bir şeylerin eksildiğini sandı.
Günler akıp geçti. Ne Senem, ne de Osman unutamadılar birbirlerini. Bir bahane bulup, yeniden gidemedi Osman yörük çadırına. Senem obadan dışarıya ayak atamadı.
Ama seven yürek neler etmez ki, her şeyin çaresi bulundu. Bir yörük kadını yardım etti bey kızına, Bey oğlu atlayıp atına, Senem'e koştu. Ay ışığında her buluşup konuşmalarında daha çok yandı yürekleri, daha çok sevdiler, daha çok bağlandılar birbirlerine.
Sevda bu. Çaresi olmazsa sarartıp soldurur, öldürür adamı. Senem de Osman da aynı ateşte kavruldular. Senem seviyordu ama çaresizdi. Biliyordu ki babası obadan dışarı kız vermezdi. Töreler böyleydi.
Osman düşündü, bir yörük kızını eve almazdı babası. "Kaçalım" dediler bir gün. "Yok" dedi Senem. "Kaçalım" dedi oğlan, "yok" dedi Senem. "Ben böyle bir ateşle yana yana ölürüm de kaçmam". Kaçıp yere yıkmam başını babamın. Babamın başını yere yıkamam.
Başka çare yok. Kaideleri yıkacak, iki sevdalıyı birbirine kavuşturacak, ağır kuvvetli Yörük beyine bir dünür kafilesi gerekti.
Bir yiğit sararıp solar erir gider de, bir bey kadını hatun anası hissetmez mi. Gayrı sordular, Osman anlattı. Bir tek oğlanın derdine çare bulmak, onu bu dertten bu acıdan kurtarabilmek için kaideleri bir bir yıktı babası. Etraf çevrelerden ağalar toplandı. Dünür kafilesi ve hediyeler hazırlanıp vardı yörük ağasına. Bir sevinç, bir umut düştü içine Senem'in, bir sevinç doldurdu içini, Osman Ağa'nın. Ne kaldı ki aha bugün olsa, yarın kavuşuverirler. Birbirlerine yakışan nazarlık bir çift olular.
"Allah'ın emriyle" dediler, kızını istediler. "Allah yazdıysa biz ne edek velakin obamızın kanunları vardır. İhtiyarlarımıza soralım, bir kaç gün izin verin düşünelim, iletiriz kararımızı. İsteriz ki kızımız oğlunuza kurban ola, böyle bir beyin gelini ola. Ama töreler!" dediler.
Umut içinde döndü dünür kafilesi. Bir yangın düştü içine yörük beyinin. Ama ölür de törelerini yıkmaz, aşiretin dışına kız vermezdi. Fakat bu çevrenin en güçlü adamı dünür geliyor. Vermezlerse basarlar obayı, alır kaçırırlar kızı. "Onlar basmadan biz kaçmalıyız" dedi, oba yaşlılarına. Hemen o gece çadırlar söküldü, sürü toplandı, kervan hazırlandı.
Senem'in içi kan ağlıyor. Bir ölüden farksız. Tüm oba yiğitlerinin arasında çekilip gittiler Yapalak'tan. Bir gecede toplandılar gittiler.
Ertesi gün tüm Tanırlılar boş buldular yaylayı. Bin yerinden hançerlenmiş gibi inledi yıkıldı, bir ölüden farksız oldu Osman.
Her yana haberler salındı, sözcüler gönderildi. Aylar yıllar sürdü bu arayış. Ama ne yörük kervanının izine rastlandı, ne de Senem'den bir haber alındı.
Yıllar geçti aradan, yandı yıkıldı Osman, ama Senem'den bir haber alamadı. Talihi her gün biraz daha karardı.
Bir düğünde bir gözünü kaybetti. Değen saçmalarla birlikte anası babası öldü.
Günler yel gibi geldi geçti. Onun içindeki yangın geçmedi unutamadı Senem'i. On yıl, yirmi yıl, elli yıl, atmış yıl geçti, bir haber gelmedi Senem'den.
Sonra bir yaz günü evinin önünde oturup çocuklarıyla oynarken;
Köyün çerçicisi bir Ermeni vardı. O geldi koşarak yanına. "Ağam" dedi! "Ağam kurban olam, haberler ne ki, haberler. Desem yıkılır mısın yoksa sevinir misin.? Eski bir yaraya tuz mu atarım."
"Anlat" dedi Yazıcıoğlu. "Anlat hele ne istersin. Haberin hayırlıysa tarla veririm, değilse çek git."
"Kozan'daydım" dedi Ermeni çerçi, "Mal satardım. Açmış oturmuştum metamı, buğday almış kumaş verirdim. İki büklüm bir ihtiyar geldi yanıma. Saçları ak, gözlerinin feri sönmüş bir ihtiyar kadın. Oğul dedi nerelisin? Tanırlıyım ana dedim. Osman Ağa'yı bilir misin dedi. Bilirim elbet dedim. İnsan köyünün ağasını bilmez mi?"
"Kuşağından bir çıkını çıkarttı. Aha bu lapatanı elime tutuşturup, Osman Ağa'ya söyle Senem ananın selamı var, yüreği yüreğinle birdir. Kimseye yar olmamıştır. Bir yayla kızı gibi sevmiş bir yayla kızı gibi sadık kalmıştır de. Ama gayrı her şey geçti. Gelip aramaya, arayıp sormaya de. Ağam selam yerde kalmazmış getirdim sana. Gayrı sen bilirsin" dedi Ermeni çerçi.
Yüreğinde yetmiş yıl evvelin koru yeniden yandı. Osman Ağa'nın içinde kaynar bir şey aktı. Altınlar tarlalar verdi Ermeni çerçiye.
At hazırlattı, yanında iki adam düştü Kozan'ın yoluna.
Osman Ağa Senem'le buluştu mu bunu bilmiyoruz ama, Maraş'ta Tanır da. Toros'larda, Avşar illerinde ne zaman bir düğün kurulsa, önce Osman Ağa'nın aldığı haberden sonra söylediği türküyü söyler kadınlar erkekler.
Yankıları Torosların Binboğaların ötesine doğru yanık bir ses, yanık bir yürek.
Nerede bir gece toplantısı olsa, yaşlılar gençlere Senem ile Yazıcıoğlu Osman'ın sevdalarını anlatırlar hep.