Çeke çeke ben bu dertten ölürüm
Seversen Ali'yi değme yarama
Ali'nin yoluna başım veririm
Seversen Ali'yi değme yarama
İran'daki Safavi Devletinin siyasal emelleri yüzünden Aleviler birtakım bunalımlar içine düşmüşlerdir. Şeyhlikle şahlığı birleştiren bu devletin kurucusu Şah İsmail (Hatayi) Anadolu'yu ele geçirmeyi düşünüyordu. Bunun için pek çok dervişi Anadolu içlerine, Alevilerin kalabalık bulunduğu Orta Anadolu'ya gönderdi. Yer yer Osmanlı Devleti'nde ayaklanmalar çıkarttı. Devlet bunlara karşı tedbirlerini aldı. Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail'in çarpışması sonucu on binlerce Alevi öldürüldü. Bu kırım zaman zaman yenilendi. 16 ve 17. yüzyıl büyük bunalımlar içinde geçti. Durmayan bir kovuşturma içinde büyük sıkıntılara düştüler. Bölük bölük Doğu Anadolu dağlarındaki halk arasına karışıp canlarını kurtarmaya çalıştılar.
Ama, hiç bir zaman tutulan yoldan dönülmedi. Gizli gizli yeraltı çalışmalarına geçildi. Pek çok derviş ellerinde sazlarıyle propaganda gezilerine çıktılar. Beklenilen kurtuluş günü için ülküyü ayakta tutmaya çalıştılar. Bu arada Pir Sultan örneğinde olduğu gibi, kelleyi verenler de çok oldu. Yine de beklenen gün için çalışmaktan geri durulmadı. 18 ve 19. yüzyıllarda ülkü küllenir gibi oldu. İkinci Sultan Mahmud'un Yeniçeriliği kaldırması, yeniden kırıma geçilmesine yol açtı. Bütün Bektaşi tekkeleri kapatıldı. Şeyhlerden birçoğu öldürüldü.
Yine de bekleyiş bitmedi. Neyi bekliyorlardı? İstedikleri neydi? Bekledikleri gelince ne olacaktı? Bekledikleri Mehdi'ydi. Mehdi gelecek, dünyaya düzen verecekti. Mehdi'nin geleceğini Muhammed haber vermişti. Yeni bir düzen için o gelecekti. Beklenilen gelince yönetim yenilenecekti. Uzun bir süre bu Mehdi, İran şahları oldu. O gelince, Zülfikarla Yezit'ler doğranacaktı.
Beklenen gelmedi... Bunalım arttı da arttı... Baskı da arttı. «Ali Nesli Güzel İmam» gelmedi, gelemiyor. Ama yine umut kesilmedi. Erenlere moral vermek gerekti. Umut kesilmemeliydi. Zaman zaman hayallere kapıldılar. Bunun için «umut nefesleri» düzüldü... Ozanlar, ufuklara şöyle seslendiler, saz elde, gönül gelecekte... «Ali Nesli Güzel İmam geliyor», «İmamların öcü alınmalıdır», «Hazreti Ali'nin devri yürüyecektir», «Uyan dağlar uyan Ali geliyor», «Turnalar Ali'mi görmediniz mi?» diye diye kuşa, kurda seslenildi. Kurttan kuştan haber soruldu...
Dilekler söylendi... «Hakk'tan inayet olursa - Şah Urum'a gele bir gün» denildi... «Kutlu günler doğdu deyü - Şu alem şad ola bir gün» diye seherlerde niyaz edildi... Yine de gelen yok... Dağlar başında duman çok... Gelenden umut yok... Yıldız Dağı niçin gitmez senin dumanın... Yetiş ya Ali... «Bir gün fırsat elden gider ya Ali», «Gel, yetiş...»
Bekleye bekleye umutlar eriyor... Yoldan çıkanlar oluyor... «Güzel aşık çevrimizi - Çekemezsin demedim mi?», «Bu bir rıza lokmasıdır - Yiyemezsin demedim mi»...
Ser'i, başı yola koyanlar onlara şöyle seslendiler... «Bu cefaya dayanmayan gelmesin», «Gönülde karası olan gelmesin»... Ya kim gelsin? «Hakikati bilen gelsin», «Yola boyun veren gelsin»...
Böyle diyenler de zaman zaman umutsuzluğa düştüler... Karanlık geceler uzadı... Seherden bir ışık bile yok, sabah nerede... «Çeke çeke ben bu dertten ölürüm...», «Ali'yi seversen değme yarama»... Hele arada bir de tutuklanmalar yok mu? «Canı Hakk'a teslim ettik - Ölüye saydılar bizi»...
Hele zindanların derdi de başka dert... «Gül benzimiz sararuban soluyor - Katip ahvalimizi Şah'a doğru yaz», «Aman katip, kurban olam kalem tutan ellere, arzıhalim yaz Pir'e doğru»... «Gece gündüz beklemem şahıma - On İki İmam, seher vakti gel yetiş»... «Aman, Şah-ı Merdan sen imdat eyle»... «Hünkar Hacı Bektaş sen imdat eyle»...
Böyle böyle yıllar geçti... Yüzyıllar uzayıp gitti... Umutlar hepten üzüldü... Gönülde yağlar süzüldü... Beklenen gelmedi... Belki de hiç gelmeyecek... Yok hayır, geldi, gelecek.
Mavi gözlü, kartal donlu bir yiğit süzüldü geldi... Geceler yarıldı... Doğan gün gözleri kamaştırdı... Dünyaya düzen verdi... Ne baskı kaldı, ne şah, ne şeyh... Kimdi bu gelen... Beklenen Mehdi miydi? Neyidi? Mustafa Kemal'di, Mustafa Kemal... Daha ben ötesini ne söyleyem...