On üçüncü yüzyıl, Anadolu'nun çok karışık ve talihsiz bir dönemidir. Konya Selçuk Devleti, Doğu'dan gelen Moğollarla çarpışmaktan yorulmuş, iyice gücünü yitirmişti. Gölge gibi bir kimliği kalmıştı. Moğolların Anadolu'yu yağmalaması, yakması halkı canından usandırmıştı. Valiler, beyler ayaklanmış, kendi başlarına buyruk olmuşlardı. Bunlarla uğraşan devlet büsbütün gevşemiş, bu arada halk ne yapacağını, nereye gideceğini şaşırmıştı. Bir kurtarıcı arıyordu.
Bu sırada Amasya yöresinde bir ayaklanma oldu. Buna "Babalı Ayaklanması" denilir. Ayaklanmayı bastıran Selçuk ordusu çok kan döktü. Canını kurtaranlar şuraya buraya dağıldılar. Bu sırada Hacı Bektaş Veli, Anadolu'nun orta yerinde Kırşehir'in Suluca Karahöyük köyünde tekkesini kurdu. Kaçanlar onun çevresine toplandılar. Bektaşîliğin ilk temelleri burada atıldı.
Bir yandan da Türkistan'dan, Ahmet Yesevî'nin yetiştirdiği dervişler uzun süre Anadolu'ya aktılar. Her yerde tarikat propagandasına giriştiler. Böylece, yurdun her yanında binlerce tekke açıldı. Özellikle köylerde, göçebe Türkmenler arasında çok yayıldı. Köklü olarak her yana dal budak saldı. Bir tarikat olmaktan çıkarak, siyasal bir mezhep, ayrı bir yol biçimini aldı.
Daha sonra İran Safavî Şahları, Alevîliği de Anadolu'ya gönderdikleri dervişler aracılığıyle Bektaşîliğe soktular. Siyasal amaçlar için köylerde toplanan Alevîleri kullandılar. Osmanlı Devleti ile bu yüzden araları açıldı. Şahların çıkardıkları ayaklanmalar devleti zor durumlarda bıraktı. Sonunda Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail, Çaldıran'da karşılaştılar. Şah yenildi. Yavuz, Anadolu'da büyük bir temizliğe girişti. Kırk bin Alevî'yi kılıçtan geçirdi. Ama, Şahların öfkeleri dinmedi, on altı ve on yedinci yüzyılda da sürdü. Alevîlik tam bir siyasal kimliğe büründü. Yeraltı çalışmaları hiç bir zaman durmadı. Osmanlı baskısı arttıkça Şahların gelmesi isteği de arttı.
Bektaşîlik her tarikat gibi Bâtınî'dir. Bâtınîliğe ait birtakım tasavvuf sırlarını içine almıştır. Bektaşîlik "aslî" bir tarikat olmayıp birçok tarikatların ve mezheplerin tortularından oluşmuş bir karışımdır.
Bektaşîlikte az çok tasavvuf, Hurufîlik, Babaîlik, "Hulül ve Tenasüh", Câferîlik, Şiîlik, İmamîlik, Şamanlık, Lamalık, Teslis (Üçleme: Allah, Muhammed, Ali) ve benzeri gibi eski ve yeni birçok inanışlar vardır. Bu karışım, sonunda içinden çıkılmaz bir durum almıştır.
Doğru ve açık bir deyimle, Bektaşîliğe bir tarikat olarak değil, bir mezhep, gözüyle bakmak daha uygundur. Kendilerine "Bektaşî" demekten çok, "Alevi", "Caferi" derler.
İslâmlık, Türkler arasında yayılırken eski Türk dininin yani Şamanlığın kimi inanç ve gelenekleri de yeni dine katıldı, İslâmlık biçimi aldı. Bunun izleri, Bektaşîlik ve Alevîlikte görülür. Türk ruhuna eski Şamanlığın inanç ve töreleri daha uygun geliyordu. İslâmlığın sıkı kurallarını, eski dinlerinin gelenek ve göreneklerini katarak yumuşattılar.
Yine eskiden olduğu gibi aralarında, elinde sazlarıyla ozanlar dolaşıyordu. "Ayn-ı cem" lerde eski Türklerin saz, kımız törenleri yeni biçimde sürdürüldü. Bu yönü, asıl konumuz dışında kaldığından bu kadarını hatır tatmakla yetiniyoruz. Yalnız, şurasını belirtelim ki, Orta Asya'da Türkler Müslüman olmakla eski dinlerini unutmuş değillerdi. Eski ile yeniyi karıştırıp öyle yürüttüler. İşte, bu karışım sonunda Bektaşîlik ve Alevîlik doğdu. Türk ruhu bunu kendisine daha uygun bulmuştur.
Bektaşîlik ile Alevîlikte hemen bütün terimler Türkçedir. Okunan gülbenkler, tercemanlar Türkçedir. Edebiyatları Türkçedir. Nefesler, ilahiler Türkçedir. Başka tarikatlarda, hele Mevlevîlikte görülen, İran dil ve kültürünün etkisi bu tarikatlarda görülmez. Bu iki tarikat Türklere özgüdür. Kültürü, dili, duygusu, şiirdeki ölçüsü, edebiyatı Türktür, Türkçedir.
Bu bakımdan hem birer millî tarikat, hem de dindir.
Tarikatta «Ali», «On İki İmam», «Kerbelâ (Hüseyin)», «tevellâ», «teberrâ», «üçleme (Allah - Muhammed - Ali)», «devriye» gibi konu ve inançların önemli yeri vardır. Bu, en güzel biçimde edebiyattaki yerini almıştır.