İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra aralarında Türkiye'nin de bulunduğu az gelişmiş ülkelerden, gelişmiş ve işgücüne ihtiyaç duyan Batı Avrupa ülkelerine bir göç akımı başlamıştır. Türkiye, 1961'de Almanya, 1964'te Avusturya, Belçika ve Hollanda, 1965'te Fransa, 1967'de İsveç'le resmi anlaşma imzalayarak bu ülkelere işçi göndermiştir. Bu göç sürecinde en fazla işçimiz Almanya'ya göç etmiştir. Elinde tahta bir bavulla giden ve tren garlarında Almanlar tarafından bandolarla karşılaşan bu insanlar için göç süreci, birçok sorunları da beraberinde getirmiştir. Türkiye tarafından döviz getiren bir kazanç kapısı olarak görülen, Almanlar tarafından da sonraki yıllarda "biz işçi istedik ancak insanlar geldi" diye itiraf edecekleri bu insanların sorunları yıllarca görmezden gelinmiştir. Dil bilmeyen ve ailelerini vatanında bırakmak zorunda kalan işçilerimiz, bir yandan İkinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan sanayisi yerle bir olan Almanya'nın bozulan sanayisini ve altyapısını onarmak için canla başla çalışırken diğer yandan da memleketlerindeki eş ve çocuklarının özlemleriyle yanıp tutuşmuşlardır. Türkiye uzun yıllar dil, din ve kültür bakımından çatışma yaşayan gurbetçilerimizin sorunlarıyla ilgilenmemiştir. Birçoğu bir traktör, bir tarla parası biriktirip dönmek için giden bu insanlar, buraya gelmenin kolay ancak gitmenin zor olduğunu yıllar sonra anlamışlardır. 1980'li yıllarda aile birleşimi yoluyla Türkiye'deki eşini ve çocuklarını yaşadıkları ülkeye getiren Türk işçiler için artık bu göç, geçicilikten kalıcılığa dönüşmeye başlamıştır. Göçün kalıcılığa dönüşmesinde aile birleşimi yoluyla gelen kadınlar, kültür aktarımında ve göçmen Türk toplumunu inşa etme noktasında önemli bir rol üstlenmişlerdir. Bu kadınlar beraberinde Anadolu'nun sözlü kültürünü de taşımışlardır. Bugün artık dördüncü neslin yaşadığı Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan göçmen Türklerden "Avrupalı Türkler" olarak söz etmek gerekir. Bulunduğu ülkenin dilini öğrenen bu insanlar okumuşlar, öğretmen, avukat, doktor, belediye başkanı, milletvekili ve hatta bakan olarak belli mevkilere gelmeye; aynı zamanda bulundukları ülkede artık işçi değil fabrikalar kurarak, işyerleri açarak patron konumuna gelmeye başlamışlardır. Kuşkusuz Avrupalı Türklerin bu başarıyı yakalamasında ülkemizin yaptığı hatayı fark edip 1980'li yıllardan itibaren bu ülkelere dini anlamda vatandaşlarını aydınlatmak için din görevlilerini, anadillerini ve kültürel değerlerini öğrenmeleri için Türkçe ve Türk Kültürü Öğretmenlerini göndermesi son derece etkili olmuştur. Bütün bunların yanında Avrupa'da yaşayan vatandaşlarımızın dini ve kültürel değerlerinden kopmalarını önlemek, yabancı kültür içerisinde asimile olmaktan kurtarmak için Aşıklık geleneğinin temsilcileri olan aşıklarımız, kültür aktarıcılığı anlamında önemli bir işlev görmüşlerdir. Bu aşıklardan birisi olan Aşık Mahzuni birçok kez Batı Avrupa ülkelerinde konserler vererek bu görevini yerine getirmiştir. Ozan Almanya'nın Köln şehrinde bir müddet de yaşamıştır. Dolayısıyla göçün ilk yıllarında türküler söyleyerek gurbetçi vatandaşlarımızın duygularını, acılarını, özlemlerini dile getiren ozan, insanlarımızın sorunlarını da yakından gözlemleme imkanına sahip olmuştur ve bu sorunları şiirine yansıtmıştır. Bu şiirinde; Almanya'ya işçi olarak giden gurbetçi vatandaşlarımızdan vatanlarına geri dönmelerini isteyen ozan, "Alamanya gardaşımı geri ver" diyerek göç dramını gözler önüne serer.