Yunus Emre - Ali Çiçekli kitabından;
Söze tarih yedi yüz yediyidi
Yunus canı bu yola fidiyidi
Böyle diyor Yunus, «Risalat-al Nushiyya» adlı mesnevisinin sonunda. Bu kitabı, hicri 707'de (Miladi 1307-8'de) yazdığını söylüyor yani.
Kitaptaki görüşler ve anlatım, Yunus'un o tarihte olgun yaşlarda olduğunu gösteriyor. Yunus ayrıca divanındaki başka şiirlerinde kendinden «koca = ihtiyar ve kocaldın = ihtiyarladın» diye söz eder:
«Niceler aydur Yunus'a: "Sen kocaldın aşkı kogıl"»
...
«Biri aydur: "Ben gördüm, bir aşık kocayımış"»
...
«Mani yüzün gösterir bu aşıklar kocası»
Yunus'un bu dediklerinden çıkacak kesin sonuç şu: Ozanımız XIV. yüzyıl başlarında sağdır, öldüğü zaman da kocamış bulunuyordu. Ayrıca Mevlana ile görüştüğünü de söylüyor:
«Mevlana Hüdavendigar bize nazar kılalı
Anun görklü nazarı gönlümüz aynasıdur»
Bilindiği gibi Mevlana, XIII. yüzyılın ikinci yarısı ortasında ölmüştür. Yunus, bundan başka çağdaşı bazı şeyhlerin adlarını da anıyor. Örneğin:
«Geyiklünün ol Hasan söz ayıtmış kendüden
Kudret dilidür söyler kendünün söz nesidir»
diyor ki bu Geyikli Baba, Orhan devrinde (1326-1329) henüz yaşıyordu. Böyle XIII. yüzyılın ikinci yarısı ile XIV. yüzyıl başlarında yaşadığını bildiğimiz daha başkaları da geçiyor Yunus'un şiirlerinde.
Böylece Yunus'un sadece kendi dedikleri bile hiç bir kuşkuya yer bırakmaksızın gösteriyor ki, ozanımız XIII. yüzyılın ikinci yarısı ile XIV. yüzyıl başlarında yaşamış ve ileri yaşlarda ölmüştür. Bu kesin.
Adnan Erzi'nin İst. Bayezit Genel Kitaplığında bulduğu belgedeki kayıt da bu kesin bilgiye uygundur. (Belge, Osman Gazi'den Kaptan-ı Derya Müezzinzade Ali Paşa'ya (Ölümü: 1571) kadar o çağların meşhurlarının ölüm ve doğum tarihlerini doğru olarak gösteren bir kronoloji cetvelidir.) Bu belgede Yunus için de şu kayıt var:
«Vefat-ı Yunus Emre
Sene 720 Müddet-i ömr 82»
Bundan Yunus Emre'nin hicri 720 (Miladi 1320) yılında 82 yaşında öldüğü anlaşılıyor, öyle ise hicri 638 (M. 1240) yılında da doğmuştur. Böylece Yunus'un ölüm ve doğum tarihleri ile yaşını da saptamış oluyoruz: 1240-1320 (Yılların hesabında, hicri takvimin 354 günlük ay yılı ile Miladi takvimin 365 günlük güneş yılı arasındaki yılda 11 günlük, 65 yılda 2 yıllık fark unutulmamalıdır.)
Yunus'un yaşadığı dönemi böylece kesin olarak saptadıktan sonra hayatı hakkındaki öteki kesin bilgilerimize gelince, yazık ki bu konuda hemen hiç bir şey bilmiyoruz. Yunus hakkında bilgi veren ya da adının geçtiği başlıca kaynaklar ve belgeler şunlardır:
1. Kendi şiirleri: Yaşadığı dönemi ve Taptık Emre'nin müridi olduğunu, Mevlana'ya yakınlığını gösteriyor.
2. «Hacı Bektaş-ı Veli Vilayetnamesi: Kesinliği olmayan menkabeler, halk inançlarıdır. Bu efsanelerden birine göre Yunus Hacı Bektaş'la görüşmüş, Yunus'u Taptık'ın tekkesine gönderen de Hacı Bektaş'tır. «Sarıgök» köyündendir, orada gömülüdür.
3. Bursalı Lamii'nin «Nafahat-al Üns» Tercümesi: «Ziyaretgah» olan mezarının «Kütahya suyunun Sakarya suyuna karıştığı yerin kurbünde» bulunduğunu yazıyor. (Lamii'nin ölümü: 1531)
4. Şakaik-i Numaniye Tercümesi: (1266) Taptık'ın Sakarya'ya yakın bir «karyede» gömülü olduğunu, Yunus'un da «Bolu sancağından» olduğunu yazıyor.
5. Bayezit II.'nin Hocası Sivrihisarlı Şeyh Baba Yusuf'un «Mahbub-ı Mahbub» kitabı: Yunus'un Sivrihisar'da (Sarıköyünde) gömülü olduğunu söylüyor.
6. Adnan Erzi'nin bulduğu Kütahya Vahit Paşa Kütüphanesindeki «Menakıb-ı Evliya» ile yukarıda sözünü ettiğimiz kronoloji cetveli: Menakıb-ı Evliya'da Yunus'un «makam-ı mübarekeleri Sarıköydedir» deniyor.
7. «Defter-i Hakani» ve Vakıf arşivlerindeki kayıtlar: Sarıköy'deki, Karaman'daki vb. Yunus Emre adını taşıyan türbe, cami vb. vakıfları ile ilgili mütevelli tayini, vergi, hesap gibi resmi işlem ve yazışmalar.
8. Niyazi-i Mısri'nin yüreğine doğan ilham, Erzurum'lu İbrahim Hakkı'nın rüyası, birilerinin birilerinden işittikleri, mezar taşlarındaki balta resimleri, Şikari'nin Karamanoğulları tarihi, Sarıköy'deki mezardan çıkan iskeletle ilgili rapor vb. gibi inandırıcı olmayan kayıt ve belgeler.
9. Halk arasında yaygın menkabe, efsane, inanç ve söylentiler. (Yunus'un bunların birleştirilmesiyle çıkan hayatı aşağıdadır.)
Bütün bu kaynaklardan ve belgelerden çıkarılabilecek kesin bilgiler şunlardır:
Yunus Emre dediğimiz tarihlerde Ortaanadolu'da yaşayıp ölmüş bir Türkmen köylüsüdür. Taptık Emre'nin tekkesinden yetişmiştir, «yukarı illeri», Konya'yı vb. görmüştür. Çağına göre iyi bir öğrenimi ve sağlam bir kültürü vardır, Arapçayı ve Farsçayı, okuyup anlayacak ve çeviri yapacak kadar bilmektedir.
Yunus'un hayatı hakkında bunun dışında yazılıp söylenenler, hele turistik tartışmalar şimdilik isbat edilemiyecek iddialardan öte geçemez.
Halkın Yunus'u
Türkiye halkı, sevip benimsediği her halk büyüğü gibi Yunus'u da efsaneleştirmiş, destanlaştırmış, onun hayatını menkabelerle örmüştür. Yüzyıllardır -kitaplarda, resmi evraklarda yazılı olanlardan habersiz, aydınların iddialarına, taşra turizm ve tanıtma derneklerinin çıkar yarışmalarına bakmadan- şöyle bir Yunus'a inanmaktadır:
Yunus, yoksul, «biçare» bir Anadolu köylüsüdür. Okuma yazması bile yoktur (ümmidir), karnını yarsan içinden «cim» harfi çıkmaz. Gerçi okula gitmiş ama, daha ilk gün, okutulanları görünce:
Elif okuduk ötürü
Haber eyledik götürü
Yaratılmışı severiz
Yaratandan ötürü
deyip o okutulanları küçümsemiş ve okulu bırakmıştır.
Evlenip çoluk çocuğa karışınca da o zamanların her köylüsü gibi yoksulluk yükünün altında ezilmektedir. Dayanılmaz bir kıtlık ve açlık yılında işitilir ki Sulucakaraöyük köyünde Hacı Bektaş adlı bir veli, aç halka buğday dağıtırmış. Açlar, kendileri böyle açlıktan kırılırken o din ulusunun anbarlarının dolu olmasını şeyhin kerametine verir, gider buğday isterlermiş ondan. Yunus da kalkar buğday istemeye gider Hünkar'dan. Giderken de eli boş varmaya utanır, dağdan bir hurç dolusu alıç toplar, öküzüne yükleyip tutar Sulucakaraöyüğün yolunu.
Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli bu gelen Türkmen köylüsünün saf, temiz gönüllü, «bir Allah'ın adamı» olduğunu anlar. Buyurur ki:
- İlle de buğday isterse verin. Fakat sorun bakalım, dilerse buğday yerine nasip (nefes) verelim.
Fakat fukara Yunus, neylesin «nasib»i, ne'tsin nefesi. Evde çoluk çocuk açlıktan kırılıyor:
- «Buğday verin, bana buğday gerek.» der. Hünkar ikinci olarak buyurur:
- «Hurcundaki alıcın her tanesi başına bir «nasib» verelim...»
- Olmaz der Yunus, «bana buğday gerek».
Hacı Bektaş üçler:
- «Her alıcın, her çekirdeği başına on «nasib» verelim...»
Gün gelecek Yunus da değil buğday, değil dünyanın bütün nimetleri, cenneti, cennet köşklerini, hurilerini bile istemeyecek «Bana seni gerek seni» diyecek.
Bize didar gerek dünya gerekmez
Bize mana gerek dava gerekmez
Bize aşk şerbetinden sun ey deli
Bize uçmakda kevser gerekmez
diyecek ama şimdiye şimdi, diretir buğday isteğinde:
- «Bana buğday gerek, nasib gerekmez»
Dileğini yerine getirir Hacı Bektaş, öküzünün götürebileceği kadar buğday verip savar Yunus'u. Fakat Yunus'un yolda aklıbaşına gelir: «Ben nasıl işledim bu yanlışlığı? «Nasib»i alsaydım buğday nasıl olsa bulunurdu» deyip gerisin geri döner:
- «Ben yanılmışım, bilmedim, buğday yerine Hünkar'ın söz verdiği «nasib»i isterim» der. Ama iş işten geçmiştir, Hacı Bektaş:
- «Biz o «nasib»in anahtarını, Taptık'a verdik, gitsin ondan alsın» deyip Taptık Emre'ye yollar onu.
Yunus da varıp Taptık'ın tekkesine girer, kırk yıl hizmet eder ona. Kırk yıl sırtı ile dağdan odun taşır tekkeye. Bu kırk yılda bir güne bir gün, bir kez olsun, bir tek eğri odun getirmez tekkeye. Getirdiği bütün odunlar dümdüz, dosdoğrudur. Odun yükünü bağlarken ip yetişmeyince iki yılan gelip kendiliğinden ipin uçlarına ulanır ve kendi kendine düğümlenirler. Taptık da müritleri içinde en çok Yunus'u sever, gözetir.
Gelgelelim öteki müritler çekemezler Yunus'u, çirkin bir dedikodu çıkarırlar: Guya Yunus'un şeyhin kızı ile arası iyi imiş. Bu laflar Taptık'ın da kulağına gider. Bir gün Yunus'u denemek ister:
- «Yunus, bunca yıldır getirdiğin odunlar hep dümdüz, dosdoğru. Bu ormanda hiç eğri odun yok mu?»
- «Senin kapından odunun bile eğrisi giremez şeyhim, hiç bir şeyin eğrisi giremez.»
Taptık, o kadar sever ki Yunus'u, sonunda kızını verip damat edinir onu. Ne var ki Yunus şeyhine saygısından karısı olunca bile el sürmez onun kızına.
Yunus böylesine kırk yıl sabırla hizmet eder de bir gün gelir ki sabrı tükenir, ister ki şeyhi «destur» versin, dili çözülsün, söylesin artık içinden kaynayıp coşanları. Fakat Taptık «zamanı var» diye «destur» vermez bir türlü. Ve kaygılanır durur: «Ben hiç bir zaman eremiyecek miyim yoksa, «sevgilinin didarını» göremiyecek miyim!...»
Sonunda kırılır, küser, terkeder tekkeyi, çıkıp gider. O zamanlar «dört traş» olmuş (sakalını, bıyığını, saçını ve kaşını ustura ile kazıtmış) abdal dervişler kafile kafile gezerdi köyden köye. Yunus da onlardan bir kafileye karışır. Yollarda yemek zamanı gelince dervişlerden biri bir dua eder, ortaya bir kap yemek gelir, yerler. Öteki öğün öteki derviş dua eder, gene bir tabak yemek gelir. Üçüncü öğün «Hadi bakalım, sıra sende» derler Yunus'a. Fakat ne desin, nasıl dua etsin Yunus? Ne yapacağını şaşırır. Sonunda:
- «Ya Rab, beni mahcup etme! Bu dervişler kimin için dua ediyorlarsa, o mübareğin yüzü suyu hürmetine gene gönder rızkımızı» diye dua eder içinden. Fakat hayret! İki tabak yemek gelir bu kez. Dervişler de şaşarlar bu işe, Yunus'a sorarlar:
- «Kimin için dua ettin, doğru söyle.»
Yunus biliyor mu kimin için dua ettiğini:
- «Önce siz söyleyin» der, «siz kimin için dua ettiniz?»
- «Biz Taptık'ın tekkesindeki Yunus için dua ettik...»
Yunus sözün arkasını dinliyemez, «Eyvah, ben neler ettim, ne yaptım böyle!» diye ellerini dizlerine çarpıp koşar tekkeye gerisin geri. Dışarda Taptık'ın karısına «anabacı»ya rastlar:
- «Anabacı, ben şeyhime saygısızlık ettim, dizlerine kapanıp yalvarsam, acep beni bağışlar mı, bağışlar da gene tekkesine kabul eder mi?»
- «Ne bilirim ben Yunus, gerçekten iyi etmedin. Ama şu eşiğe boylu boyunca yat. Biliyorsun artık şeyhinin gözü görmüyor, çıkarken bastonu ile dokunur sana. «Kim bu?» diye sorar, ben de «Yunus» derim. «Hangi Yunus?» derse, bil ki bağışlamıyacak seni, bekleme boşuna, çek git. Ama «Bizim Yunus mu» derse dizlerine sarılıp yalvar.»
Öyle olur gerçekten: «Bizim Yunus mu?» der Taptık. Yunus'u bağışlar ama, tekkeye geri almaz:
- «Eee Yunus, kendi mertebeni kendi gözünle görmeyince inanamadın gerçeğe. Gördün işte. Daha ne duracaksın burada. İşte asamı fırlatıyorum. Git ara, nerede bulursan orada kal, orada toprağa baş koy. Haydi uğurun açık ola.»
Böylece Yunus, Taptık'ın asasını bulduğu yere yerleşir, «mürşid» olur, «irşada» başlar. «Bir usanmaz ozan» olur, «iniler durur derdini». Öylesine yüce mertebelere erişir ki koca Mevlana bile «İlahi mertebelerin hangisine vardıysam, önümde bu Türkmen kocasının izini buldum» dermiş. Kimileri de rivayet eder ki Yunus öğüt bile vermiş Mevlana'ya:
- «Çok uzun yazmışsın Mesnevi'yi. Ben olsam:
Ete deriye büründüm
Yunus diye göründüm
derdim, olur biterdi...»
O Mevlana'ya böyle demese, Mevlana da onun için öyle demese bile Yunus'un ünü ve şiirleri yer yüzünü tutmuş. Şiirleri toplanıp koca bir divan olmuş. Bir gün de bu divan Molla Kasım adlı bir din yobazının eline geçmiş. Bir suyun başına oturmuş bu molla, divanı yaprak yaprak okudukça «bu da şiir miymiş, bu da söz müymüş» diye yırtar yırtar atarmış. Böylece divanın üçte birini yırtıp suya atmış, üçte birini de havaya savurmuş. Son üçte birine gelince gözleri faltaşı gibi açılmış mollanın. Çünkü şunlar yazılıymış:
«Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme
Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir.»
Molla Kasım bu yaptığından, Koca Yunus'un önceden bilip divana yazmasından korkuya kapılmış ve yırtmaktan vazgeçmiş artık.
Şimdi Yunus'un elimizde bulunan şiirleri, bütün şiirlerinin sadece üçte biri imiş. Molla Kasım'ın suya attığı üçte birini suda balıklar, havaya savurduğu üçte birini havada kuşlar, elde kalan bu üçte birini yeryüzünde insanlar okuyup ezberliyormuş. Bir rivayete göre de Molla Kasım dört bölüğe ayırmış şiirleri, bir bölüğünü de ateşe vermiş, onlar da dumanla göğe ağmış. Onları da gökte melekler söylermiş. Böylece yerin, göğün, suyun, havanın bütün varlıkları Yunus'un şiirlerini ezgilermiş. Bütün evreni doldurmuş koca ozan.
İşte halkımız böyle biliyor Yunus'u, böyle inanıyor ona. Balıkları, kuşları, melekleri bilmeyiz ama ilahileri halkın dilinde boydan boya, şiirleri yeryüzünde sınırları aşarak yayılmakta.
Sanatı
Yunus Emre, hangi edebiyat - sanat ekolünün bir başka deyişle Türk edebiyatının hangi dalının yetiştirdiği bir ozandır? Şiirlerini halk edebiyatı geleneklerine göre mi, «yüksek zümre», «enderun (sarayiçi)», «okumuşlar» ya da «Divan» Edebiyatı dediğimiz edebiyatın kurallarına göre mi yazmıştır? Kısaca Yunus, bir «halk ozanı» mı, «divan şairi» mi? Onun sanatını, elbet, önce bu belirler. Sonra da bağlı olduğu edebiyat akımı içinde kendine özgü öteki özellikler.
Bu soruyu doğru cevaplandırabilmek için ilkin Yunus'un kişiliğinde, dilinde, zevklerinde, kullandığı şiir tekniğinde gördüğümüz özellikleri sıralıyalım:
1. Yunus:
a) Ortaanadolu köylüklerinde yaşamış bir Türkmen köylüsüdür. Bu doğru.
b) Fakat Konya'yı, «yukarı illeri» gezip görmüş, Mevlana ile görüşmüş, hatta «işret» meclislerinde bulunmuş, bu bir. Acemceyi, Acem klasiklerini ve Mevlana'yı okuyup anlıyacak, hatta Türkçe'ye çevirecek kadar biliyor; Kur'an'dan ve hadislerden aracısız yararlanıyor; biliyor ve aktarıyor, bu iki. Eski Grek - Latin felsefesini ve filozoflarını (Eflatun'u, hatta Calinus gibi ünsüzlerini) en azından doğuda bilindiği kadarıyla biliyor, söylüyor; bu üç. Belki bir dördüncü, beşinci özelliğini de katarak düşündüğümüzde görüyoruz ki: Çağının kültürünü almış, okumuş, aydın bir kimsedir. Bu da doğru.
2. Dili:
a) Yunus bir yandan «Üç günden sonra duyalar — Soğuk su ile yuyalar» gibi yüzde yüz arı Türkçe mısralar söyler, bu doğru.
b) Öte yandan «Dastan-ı ruh ve akl ve mayata' allaku bihima minal ahval» yazar, ikisi de Arapça, biri Arapça biri Farsça, biri Türkçe biri Arapça ya da Farsça, hatta ikisi de Türkçe sözcüklerden Farsça kurala göre tamlamalar yapar. Bu da doğru.
3. Ölçü (vezin):
Divanında:
a) Hece ölçüsü ile,
b) Aruz ölçüsü ile yazılmış şiirleri yanyanadır. Ayrıca «Risalat-al Nushiyya»sı baştan aşağı aruz ölçüsü ile yazılmıştır. Bunlar da doğru.
4. Kullandığı nazım birimi ve nazım şekilleri:
Risalat-al Nushiyya kitabı beyitlerle ve mesnevi biçiminde yazılmıştır. Divanındaki şiirleri ise:
a) Birçokları hece ile yazıldığı gibi dörtlüklerle yazılmış koşma biçiminde, İlahi, nefes, şathiyye türlerinde halk şiirleridir. Bu doğru.
b) Pek çoğu da beyitlerle yazılmış gazel ya da murabba biçiminde şiirlerdir. Beyitler — ortalarında da kafiye olduğu için — dörtlükler biçiminde de yazılabilir. Böyle dörtlük haline getirilen beyitlerin kafiye dizilişi ya koşma (aaab — cccb...), ya da mani (aabc, ddec...) biçimlerindeki gibi oluyor. Bu da doğru.
5. Konu ve mazmunlar:
Yunus gene:
a) Bir yandan ölüm, dağ, dolap, ağaç, bulut vb. konuları alır, sevgilinin (hele de bu sevgili Tanrı'dır üstelik) yüzünün arılığını «buğday ü nohut»a benzetecek kadar köylüdür, bu doğru.
b) Öte yandan Mevlana'dan Şeyh Galib'e kadar bütün tasavvuf şiirleri yazan «yüksek zümre» şairlerinde rastladığımız konuları, onlarda rastladığımız mazmunlarla anlatır. Bu da doğru.
Daha sayılabilecek başka özelliklerinde de hep bu «ikilem»i görürüz Yunus'ta: Bir yanıyla halk edebiyatı gelenekleriyle söyleyen halk ozanı, bir yanıyla «yüksek zümre»den bir divan şairi.
Fakat bu özellik o dönemin (XIII. ve XIV. yüzyılların) öteki divan şairlerinde de görülür. Hatta XV. yüzyılın Süleyman Çelebi'sinde bile benzer özellikler görürüz. Buna bakıp Yunus'u da örneğin Sultan Velet gibi bir yüksek zümre şairi ya da hiç olmazsa bir «intikal (geçiş) dönemi şairi» mi sayacağız? (Sayın Abdülbaki Gölpınarlı Yunus'u bir geçiş dönemi şairi saymak gerektiğinde ısrar ediyor.)
Bizce Yunus, şu ya da bu özellikleriyle, aslında bir «geçiş dönemi şairi», yazılı eserleriyle de hatta okumuşlar edebiyatının XIII. — XIV. yüzyıllardaki temsilcisi sayılabilse de Yunus'u Yunus eden bu ikili özelliği değildir. Onu diri tutan, Mevlana'dan, Aşıkpaşa'dan, hatta Süleyman Çelebi'den, hatta Hacı Bektaş-ı Veli'den canlı tutan bu ikili özelliği değil, ikisinden biridir. O da halk adamı, halk ozanı olmasıdır. Yunus'u günümüze kadar yaşatan gücün ölçüleridir. Yani Tasavvufçu halk edebiyatı, Tekke edebiyatı ve din dışı halk edebiyatı gelenekleridir. Bu nedenle Yunus katıksız bir halk ozanı olmasa bile, kuşkusuz «halkın ozanı» dır. Onu yaşatan da sanatının bu yanıdır. Nitekim Risalat-al Nushiyya da, Divan'ındaki benzer başka şiirler de Yunus'undur ama onlar ölmüştür. Ölmeyenler, hak dili, halkın zevki, halk şiiri geleneği ile yazılmış şiirleridir. Yunus'un «halk ozanı» kabul edilişi de bilgisizlikten değil işte bu somut durumdan ötürüdür.
Gerçekten Yunus, duyuş ve düşünüşte, zevkte, dilde halktan kopmamıştır:
Sıfatın arılığı bulgur u nohut gibi
İki kaşın ay, alnın gencaya verir sabak
Anlatımı genellikle süssüz, sanatsızdır. Yaptığı benzetmeler, istiareler, kinayeler de halk dilindeki gibidir, halkın yaşantısından çıkmadır:
Bu dünyanın misali benzer bir değirmene
Gaflet onun sepedi bu halk onda üğüne
*
Bu dünya bir gelindir yeşil kızıl donanmış
Kişi yeni geline bakubanı doyamaz
Tasvirleri de gene halkçadır:
Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut
Saçın çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın
Bütün bunlar Yunus'un hep bu «halktan» yönünü ortaya koymaktadır. Diliyle, anlatımıyla, değindiği konularla vb. «halkın ozanı» Yunus'u çıkarır karşımıza. Eğer bu yerliliği ve felsefesinin evrenselliği olmasaydı Yunus da öteki çağdaşları gibi bugün unutulmuş olurdu.
XIII. yüzyılda Moğol (Tatar) akınlarıyle, artık iyice gevşeyip çürüyen Selçuklular yönetiminin ağır baskıları ve vergileriyle, devlet otoritesi kalmayınca başkaldıran beylerin zorbalıklarıyle, isyanlarla, kıtlık ve hastalıklarla canından, dünyadan bezmiş olan halka Yunus bu özelliğiyle umut ve teselli oldu. O günden bugüne de bu özelliği ile kalabildi. İçinden çıktığı halk onu sevdi, anladı, bağrına bastı ve yüzyılların yıkımından sakladı.
Etkisi
Kendi çağını ve kendinden sonraki uzun yüzyılları Yunus kadar etkilemiş ozan pek azdır. Günümüze kadar geniş halk yığınlarını etkilemesinden başka XIV. ve XV. yüzyıl halk ozanları doğrudan onun izinden yürümüş, sonraki yüzyıllarda da onun birçok taklitçileri yetişmiş, birçok ozan onun etkisinde kalmıştır. (Sait Emre, Hacı Bayram-ı Veli, Eşrefoğlu, Ümmi Sinan, Niyazi-i Mısri, bunların en tanınmışlarıdır.) Alevi ozanlarının çoğu da (Kaygusuz Abdal, Hatayi «Şah İsmail», Pir Sultan Abdal, Kul Himmet vb.) Yunus'u izlemişlerdir. Din ve tasavvuf şiirinin böylece temeli olan Yunus'un etkileri din dışı halk edebiyatımızın ozanlarında da görülür. Hatta Divan şairlerinde de etkileri görülür. Günümüzde de Yunus Emre adına Oratoryo yapılıyor, şiirleri besteleniyor, ilahileri söyleniyor. Sanat ve edebiyatta etkileri sürüyor.
Batılılar da gide gide Yunus'la ilgilenmeye başladılar. Hakkında Batılılar da kitaplar, yazılar yayımladılar (Başlıcaları Gibb, J. K. Birge, Y. Regnier, L. Bazin, S. Lemaitre'dir), şiirleri Fransızca'ya çevrildi.
Eserleri
Elimizde Yunus'un iki eseri var: «Risalat-al Nushiyya» ve «Divan» (Eskişehir Turizm ve Tanıtma Derneği, her ikisini bir arada 1965'te yeniden yayımladı.)
Yunus Emre Divanının birkaç değişik yazma nüshası vardır. Divanından birçok şiirler de türlü «Mecmua»lardadır. Divanın oldukça eksiksiz bir nüshasını günümüz okurlarına ilk sunan Burhan Ümit (Toprak)'tır. Daha sonra da Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus'un hemen bütün şiirlerini «Yunus Emre Divanı» adı ile yayımladı. Her iki değerli araştırmacı yayımladıkları Divanların başında Yunus hakkında geniş bilgiler de verdiler. Özellikle Abdülbaki Gölpınarlı, ozanımız hakkında geniş çerçeveli araştırmalara girişti ve pek çok yeni bilgiler bulup yayımladı.
Yunus üzerinde çalışanlar
Yunus hakkında eski kaynaklardaki ilk kayıtları, Fuat Köprülü «Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar» adlı kitabında yayımladı. Burhan Toprak ile A. B. Gölpınarlı, dediğimiz çalışmalarında geniş bilgiler verdiler. A. B. Gölpınarlı ilkin «Divan»ın başında sunduğu bilgilere zamanla yenilerini de katarak birkaç küçük kitap daha yayımladı. Halim Baki Kunter de Yunus hakkında yıllar süren araştırmalarını topluca yayımladı (Yunus Emre, Bilgiler - Belgeler, Eskişehir Turizm ve Tanıtma Derneği yayını). Yunus'un soyundan olduğunu iddia eden (Sarıköy'deki türbenin son Vaziyedarı'nın yeğeni ile evli) eski Müftü Necmeddin Dinçer de topladığı bilgileri (36 sayfa) bir kitapçık halinde yayımladı. (Aynı dernek yayını). Sayın Sabahattin Eyüboğlu'nun «Yunus'a Selam» kitabının Yunus hakkında yazılanlar arasında özel bir yeri vardır. Ayrıca Yunus hakkında kitap ve yazı yazan, belgeler bulup yayımlayan daha pek çokları vardır, (Adnatı Erzi, Kamil Kepecioğlu, Çağatay Uluçay vb.). Hepsini burada sayma olanağı yok.
«Yunus'un mezarı» sorunu
Acaba Yunus, efsanenin söylediği asa'yı nerede buldu da oraya yerleşip toprağa baş koydu? Şimdi nerede gömülüdür? Türkiye halkına bakarsanız, şimdi bildiğimiz 15 yerde. Belki daha bilmediklerimiz de var. Evet Türkiye halkı Yunus'u ve mezarını paylaşamamaktadır. 15 yerin halkı, «Yunus bizimdir, mezarı da bizim köyde, bizim kasabadadır.» diyor. Her biri de buna gerçekten inanıyor ve çoğu iddiasını isbat için belgeler de gösteriyor.
1. Bursa'da: Emirsultan'a giden yol üzerinde, Şibli'de, eski Sadi tekkesinin yanındaki üç mezardan biri. Bunu, tanınmış mutasavvıf ve ozan Niyazi-i Mısri (Ölümü 1693) söylemiş. Onun da içine öyle doğmuş. Söylenti bundan sonra başlıyor.
2. Sandıklı'nın Çayköy'ünde: Köyde iki çaycığın birleşip bir yarımada yaptığı yerdeki mezardır. Bunun 150 metre batısındaki bir mezarın da «Taptık'ın mezarı» olduğuna inanıyorlar. İçinde «Yunus» geçen bir iki vergi kaydından başka buraya ait belge yok.
3. Erzurum'un Tuzcu köyünde: Eski adı Müşkivank olan Tuzcu köyünde biri Yunus'a, biri Tapdık'a ait olduğu söylenen iki mezar. Mezarları Marifetname yazarı İbrahim Hakkı yaptırmış. O da bu mezarların bu Emrelere ait olduğunu düşünde görmüş. Başka belge yok.
4. Ünye'de: Bunu da Abdülbaki Gölpınarlı'ya Halit adlı eski bir öğrencisi söylemişmiş. Başkaca hiç bir bilgi yok.
5. Afyon'un Döğer istasyonunda: Döğer yakınında Emre Sultan adlı köy kalıntısı ve Emre Sultan türbesi ve tekkesi. Söylentiler bir belgeye dayanmıyor.
6. Tire'de: Yunus Emre camii ve üç mezar. Caminin adından başka Yunus'a ait hiç bir belge yok.
7. Sivas'ta: Söylentiden başka bir belge ve mezarı gören yoktur.
8. Kırşehir'de: Aksaray - Ortaköy'ün Taptık ve Sarıkaraman köylerindeki türbeler için söylenenleri buraya maletmişler. Mezar bile yok.
9. Bolu'da: Sarıköy'deki mezar için söylenenlerdir. Ayrıca Bolu'da bir mezar yok.
10. Keçiborlu'da: Söylenti, Bursalı İsmail Hakkı adlı Şeyhin Kitab-ün Necat adlı kitabında öyle yazmasından çıkıyor. Başkaca bir belge, hatta mezar bile yoktur.
11. Uluborlu'da: Büyükçeşme Mahallesinde «Yunus Emre Kabri» varmış. Ayrıca o bölgede Emre Mahallesi, Emre Camii, Emre köyü gibi adlara rastlanıyormuş. Belge yok.
12. Kula'nın Emre Sultan köyünde: Köydeki Türbe'nin içinde Taptık Emre'nin, kapısının önünde de Yunus Emre'nin olduğu söylenen iki mezar. İddiayı Bursalı Tahir, Osmanlı Müellifleri adlı eserinde ortaya atmış, Tarih öğretmeni Çağatay Uluçay da geliştirmiştir (Bk. Yunus'un Mezarı, Manisa Halkevi yayını, 1943). Dayanılan başlıca belgeler şeriye sicilleri ve vakfiyelerdeki kayıtlarla, mezar başındaki balta resmidir. Gerisi bilinen söylentilerdir.
13. Eskiden Akasaray'a bağlı bir bucakken şimdi ilçe olan Ortaköy'e bağlı Taptık köyünde Taptık Türbesi ve ona komşu Sarıkaraman Köyündeki Yunus Emre türbesi: Bunlar, incelenmemiştir, mezarları gidip görmeden üstünkörü yazılan şeyler dışında belge aranmamıştır, hatta Sarıkaraman köyünü de ilk kez burada biz ele alıyoruz. (Aşağıda bu mezarlar üzerinde ayrıca duracağız.)
14. Karaman'da: İlçe merkezindeki Kirişçibaba camii ve türbesi. Burhan Toprak'ın yayımladığı arşiv belgesi, Prof. O. Lütfi Barkan'ın yayımladığı başka bir arşiv kaydı, Mesut Koman'daki Yunus'un Karaman'da yattığını söyleyen bazı kitaplar, Şikari'nin Karamanoğulları tarihi vb. gibi kayıtlara dayanmaktadırlar. Bu kayıtlar ise halk arasında söylenenlerin sonradan resmi evraka ve kitaplara geçmesinden ibarettir.
15. Sarıköy'de: Eskişehir'in eskiden Sivrihisar, şimdi Mihalıççık ilçesine bağlı Sarı köyündeki (Şimdiki adı Yunus Emre köyü) türbe. Başta sıraladığımız kaynakların ve belgelerin çoğu burası ile ilgilidir. Köye yeni bir türbe ve anıt yapılmıştır.
Bir Yunus Emre, bu 15 yerin 15'inde de gömülü olamıyacağına göre ya bunların birinde yatmaktadır, ya da hiç birinde değildir. Ötekiler Yunus'a saygı için yapılmış içinde Yunus olmayan «makam»lar, ya da adı Yunus, hatta Yunus Emre olan başkalarına ait mezarlardır. Fakat Yunus bu mezarlardan birinde yatıyorsa acaba hangisindedir?
Şimdilik «Yunus bizde» diye birbiri ile yarışan iki yer vardır: Sarıköy ile Karaman. Öteki 13 yer ya bu yarışa hiç girmediler, ya da Eskişehirliler ve Karamanlılar baskın çıktıkça yarıştan çekildiler. Halen en ağır basan ise Eskişehir takımıdır. (Bu latifemiz, büsbütün nedensiz de değildir. Gerçekten Eskişehirlilerle Karamanlılar, Yunus'un mezarı sorununu «sendeydi - bendeydi» yarışması, hatta bir futbol maçı durumuna düşürmüşlerdir. Bunu, iki tarafın ve bu iki taraftan birini tutan yazarların, salt bilim aşkına yaptıklarını da söyleyemeyiz. Nitekim bu kampanyayı yürüten de iki kentin «Turizm ve Tanıtma Dernekleridir». Böyle bir konuda bile bölgecilik; hemşerilik, Eskişehir'in ya da Karaman'ın çıkarlarını koruma gayretkeşliklerini kınamamak elde değil.)
Bununla birlikte bu «rekabetçilik»in bir yararı da olmamış değil. Bu, Yunus hakkında araştırma ve incelemeleri hızlandırmış, yeni belgeler ortaya atılmasına yaramıştır. Özellikle Eskişehir'de ilkin «Yunus Emre Dernekleri» kurulmuş. Sonra da «Eskişehir Turizm ve Tanıtma Derneği»nin başlıca uğraşısı bu olmuştur. Yunus Emre'ye yeni türbe ve anıt yaptırmış, ozanımız hakkında yoğun bir yayın çalışmasına girişmiştir. Karamanlılar da her yıl «Dil Bayramı»nın yanında Yunus'u da anmaktadırlar. Her iki kentte düzenlenen törenler dolayısıyle Türkiye basınında türlü yazılar çıkmakta, Türkiye aydınlarından Eskişehir'e ve Karaman'a gidip hiç olmazsa o süre içinde bu sorunlarla yakından ilgilenenler olmaktadır. Yunus'a karşı uyanan ve yoğunlaşan bu ilgi, turistik amaçlardan çok gerçekten Yunus'a yönelirse ozanımız hakkında gerçek bilimsel bilgiler edinebiliriz.
Sarıkaman'daki mezar
Bugüne değin Yunus Emre hakkında yazı ve kitap yazanlar hep birbirinden aktararak, Yunus'un mezarlarını sayarken «Aksaray'da bir tepede Yunus'un olduğu söylenen bir mezar varmış» derler. Fakat mezarın bulunduğu tepeye çıkmak zahmetine katlanıp da orada bir araştırma yapmak gelmez hiçbirinin aklına. Hatta mezarın bulunduğu yeri, köyün adını da işitmemiş hiçbiri. Burayı görüp incelemeden, araştırmadan da karara varabiliyorlar: «Yunus, Karaman'da değilse Sarı'dadır, ille de Sarı'da.» Yunus'un mezarı gerçekten «Sarı» da, ya da gerçekten «Karaman» dadır belki.
Fakat gene Ortaanadolu'da, Eskişehir'de Sivrihisar'a yakın Sarıköy'ünden başka, gene başka bir Sivrihisar'a yakın başka bir «Sarı»; Karaman ilçesinden başka bir «Karaman» daha vardır. Hem de bunun ikisi aynı köydür, bu iki ad birleşip bir köye ad olmuştur: Sarıkaman Köyü. Yanında da Taptık Köyü. Sarıkaraman'da bir tepenin üstünde Yunus Emre mezarı, Taptık köyünde Taptık Emre türbesi, tekkesi ve Taptık tekkesine karşı tepeden inen bir yol: Yunus Emre yolu. Biraz ilerlerde de Hacı Bektaş-ı Veli'nin köyü eski Sulucakaraöyük, şimdiki Hacıbektaş ilçesi. Nasıl, üzerinde durulup incelenmeye, araştırma yapmaya değmez mi? İşte «Yunusolog»larımızın «Aksaray'da bir tepe üzerinde» deyip geçtikleri mezar bu mezardır, o da Hacı Bektaş'a yakın, Taptık köyünün yanında, «Sivrihisar» dolaylarında «Sarıkaraman» köyündedir.
Sarıkaraman ve Taptık köyleri ilçe olan Ortaköy'e bağlıdır. Ortaköy ise bucakken Aksaray'a bağlıydı. Aksaray ise bilindiği gibi Niğde'den önce Konya'ya bağlıydı ve hala Konya Aksaray'ı diye anılır. Haritaya bir göz atın: Bir yanda Hacıbektaş, bir yanda Konya ve ikisi arasında Sarıkaraman ile Taptık köyleri. Hacıbektaş'ta Hacı Bektaş-ı Veli'nin, Sarıkaraman'da Yunus'un, Taptık'ta Taptık'ın, Konya'da Mevlana'nın türbesi. Bu dört çağdaş ve birbiriyle görüşmüş dört mürşidin böylesine bir araya geldiği bir bölge daha yoktur.
Taptık köyündeki türbe ve tekke, Sarıkaraman köyündeki mezar şimdi harap ve bakımsızdır. Niğde valilerinden biri Sarıkaraman'a gelip Yunus Emre'nin mezarını biraz onartmış ama her iki mezar da hala terkedilmişlikten kurtulamamıştır. Taptık köyünün yaşlıları, Taptık'ın türbesinde yakın zamanlara değin şeyhin ünlü asasının korunduğunu söylüyorlar. Şimdi o da yok. Kalan tek şey karşı tepelerden Taptık'ın tekkesine doğru inen yoldur. Köylüler hala «Yunus'un tekkeye odun taşırken gidip geldiği yol, nah bu yol» derler.
Hacı Bektaş-ı Veli Vilayetnamesindeki kayda bir değer veriyorsak, orada denilenler, köyün adından Sivrihisar'ına kadar her şeyi ile Sarıkaraman köyüne uymaktadır. Vilayetname'de Aksaray'lılarla ilgili başka menkıbeler de vardır. Bunlardan biri Aksaray'da oturan Saadettin Molla ile ilgili menkıbedir. Örnek olarak onu özetliyelim:
Bu Sadettin Molla, kendi kendine «gubuz»lanır,
Hacı Bektaş-ı Veli'nin üstünlüğünü kabul etmediği gibi aleyhinde de ileri geri atar dururmuş. Hacı Bektaş da bu mollanın söylediklerini işitir, fakat «o da anlar bir gün» deyip işitmezlikten gelirmiş. Sadettin Molla da önemsenmediğini gördükçe iyice kudururmuş. Bir gün dayanamamış, «nasıl bir adammış, gidip şunu bir göreyim» diye kalkmış Sulucakaraöyük'e Hacı Bektaş'ın yanına gitmiş. Fakat daha ilk görüşmede onun veliliğini anlamış, mürşitliğini kabul etmiş ve müridi olmuş.
Hacı Bektaş, «molladan adam çıkmaz» diye bir kazan çattırmış, içine Sadetin Molla'yı koyup kaynatmış, kaynatmış. «Açın bakalım, nasıl olmuş?» demiş. Kazanın kapağını açıp bakmışlar ki Sadettin Molla minicik bir bebek olmuş. «Daha kaynatın» demiş, kaynatmışlar, kaynatmışlar, açıp bakmışlar ki yok olmuş molla. «Daha daha» demiş, kaynatmışlar, kaynatmışlar, açıp bakmışlar ki gene bir bebek olmuş. «Daha» demiş, kaynatmışlar, kaynatmışlar, açıp bakmışlar ki eski biçimine girmiş Sadettin Molla. «Yeter» demiş Hacı Bektaş, «Eğer mollalığını hala yok edemediysek, ne yapsak adam edemeyiz bunu...» Böylece yok edip yeniden yaptıktan sonra müritliğine kabul etmiş onu ve uzun yıllar emek vermiş adam olması için.
Bir gün ikisi Sulucakaraöyük'ün tepesinde otururlarmış. Az ileride de çayırda eşekler yayılırmış. Eşeğin biri, bir eşeğe atlamış. Sormuş Hacı Bektaş-ı Veli:
- Sadettin, alttaki mi olmak isterdin, üstteki mi?
- Elbet üstteki olmak isterdim Hünkarım, demiş molla.
Hacı Bektaş görmüş ki mollanın «ben» ligi hala ölmemiş. «Bre molla» demiş:
- Alttaki ile üsttekinin ne farkı var? Bir adama mollalık bir kez sindi mi, binlerce kez kaynatsan gene çıkmaz bu mollalık pası. Sen de kurtulamıyacaksın eski mollalığından.
Armağan götürecek hiç bir şeyi olmayan başka Aksaray köylüleri gibi olabilir ki Yunus da öküzüne alıç yükleyip gitmiştir Hacı Bektaş'a. Eskişehir'in Sivrihisar'ının Sarıköy'ünden alıç yüklü bir öküzle Sulucakaraöyük'e gitmek, Sarıkaraman'dan gitmeye göre çok daha az olanaklıdır. Sulucakaraöyük (Şimdiki Hacı Bektaş), Sarıkaraman'ın burnunun dibi sayılır. Ayrıca dediğimiz gibi Taptık'la Hacı Bektaş arasında oluşu, söylentiyi gerçeğe daha çok yaklaştırmaktadır. Bu konuyu da bir şaka ile kapatalım:
Taptık'ın «nerede bulursan oraya baş koy» diyerek attığı asa'nın ta Eskişehir'in Sarı'sına ya da Konya'nın Karaman'ına değil de hemen yanı başındaki Sarıkaraman'a düşmüş olması daha olağandır. Kaldı ki bu bölgede «Hisar» adını taşıyan birçok yer (Koçhisar, Kemerhisar, Yeşilhisar, Yaprakhisar) arasında bir «Sivrihasar» da vardır.
Sarıkaraman ve Taptık'taki mezarlar hakkında, 1958-60 yılları arasında Aksaray'da bulunduğumuz sıralarda edindiğimiz bu bilgilerin ilk aktarıcısı olmaktan kıvanç duyuyoruz. Bu açıklamalarımız, Sarıkaraman ve Taptık köylülerine, Aksaray, Ortaköy, Niğde, Nevşehir halklarına ve aydınlarına, ilgililere ve görevlilere, genel olarak Yunus'u sevenlere ve bilim dünyasına armağanımız olsun. Doğanın yıkımına terkedilmiş olan mezarlar, tekke ve Yunus Emre'nin yolu gerek bakım ve onarım yönünden, gerekse inceleme ve araştırma bakımından ilgi beklemektedir.
***
Kaynak I
XIII üncü asırda Anadolu, içtimai bir kaynaşma devri geçirdi. Moğol istilası karşısında Selçuklu Devleti çöktü. Siyasi hakimiyet daha sonra Osmanlıların elinde toplanmak üzere Türk Beylikleri arasında dağıldı. İstila ordusiyle beraber veya istila ordusundan kaçarak Orta Asyadan Ön Asya'ya göçen kafileler arasındaki ozanlarla birlikte gelen Ataların eski inanışları, islami itikatlara bürünerek Anadolu'da yeni bir Türk medeniyetine vücut verdi.
1240'da bir isyan neticesinde Selçuklular tarafından öldürülen Baba İshak'ın en yakın adamı olan Hacı Bektaş, Baba İshak'ın ölümiyle dağılan zümreleri etrafına topladı ve halk kütlelerinin eski inanışlarını islamlıkla birleştirerek sistemleştirdi.
Klasik şairlerimiz divan edebiyatımızın mevzu ve şekillerini işlerken Hacı Bektaş ile başlıyan dini ve layik halk şiiri de, en kuvvetli ihtimale göre on üçüncü asrın ortasiyle on dördüncü asrın ilk yarısında ve Sakarya çevresinde yaşıyan Yunus Emre'de ilk ifade şeklini buldu.
Yunus'un hayatı hakkında, yaşadığı yıllardan çok sonra yazılmış bazı eserlerle menkıbelerde ve şiirlerindeki kayıtları uzlaştırmak suretiyle elde edilen bilgilerden öğrendiğimiz şundan ibarettir: Yunus Sakarya yakınlarında oturan Tapduk Emre adlı şeyhine uzun yıllar hizmet etmiş, uzun yıllar gurbet illeri - Konya, Şam, Azerbaycan dolaşmış, Mevlana Celaleddin ile görüşmüştür.
Yunus Emre, 1273-1274'te ölmüş olan Mevlana ile görüştüğü zaman her halde kemalini bulmuş bir insandı. 1307-1308'de "Risalet el-nushiye" adlı didaktik bir manzume yazdığına göre Şairimizin -bir yanlışlığa düşmeden- XIII. asrın ikinci yarısında ve XIV. asrın ilk yıllarında yaşadığını kabul edebiliriz.
Manzumeleri en sapa köylere kadar yayılan Yunus Emre için halk arasında birçok menkıbeler, rivayetler naklolunagelmiştir. Erzurum, Karaman, Bursa gibi birçok yerlerde Yunus Emre'ye ait bir mezar taşına tesadüf olunur. Mezar taşlarının, menkıbelerin, rivayetlerin doğruluğuna inanmak mümkün değildir. Ancak bunlar, şairin maneviyatımız üzerindeki tesiri itibariyle önemlidir.
Şu menkıbe, onun manzumelerinin sade yerlerde değil göklerde ve denizlerde de okunduğunu anlatıyor:
Yunus Emre üç bin manzume yazmış. Bir mecmuada toplanan bu manzumeler Molla Kasım adlı bir hocanın eline geçmiş. Molla Kasım, su kenarında oturup, manzumeleri okumağa başlamış. Dine uygun düşmiyenlerden binini yakmış, binini de suya atmış. İki bin birinci manzumedeki şu:
Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme
Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir
beyitini okuyunca Yunus'un kerametine inanmış. Yazık ki elde de bin manzume kalmış. Fakat yakılanlarla suya atılanlar da kaybolmamış. Yakılanları gökte kuşlar, suya atılanları balıklar, elde kalanları da insanlar okumaya başlamış.
Mevlana Celaleddin'in söylediği rivayet edilen şu söz de Yunus'un tesirindeki genişliği anlatmaktadır. Mevlana «İlahi mertebelerin hangisine yükseldimse bu Türkmen kocasını izim üzerinde buldum ve onu geçemedim.» dermiş. Yunus'un, Mesnevi için Mevlana'ya söylediği rivayet edilen : «Uzun yazmışsın. Ben olsam,
Ete, kemiğe büründüm
Yunus diye göründüm
derdim, olur biterdi.» sözleri Celaleddin-i Rumi ile Yunus Emre arasındaki zihniyet ayrılığını göstermektedir.
Bektaşi Velayetnamesindeki menkıbe Yunus Emre'nin Tapduk Emre'ye mensup olduğunu göstermekte, manzumeleri de bu intisabı belirtmektedir. Tapduk Emre, bir Selçuk şehzadesi, daha doğru bir ihtimale göre Selçuk katiplerinden birinin oğlu olan ve tamamen şamanlığı temsil eden Barak Babanın adamıdır. O da Sarı Saltuğa mensuptur.
Bu menkıbe, Yunus'un aslında bir köylü olduğunu söylüyor. Sonra Hacı Bektaş'la tanıştığını, onun tavsiyesiyle Tapduk Emre'nin kapısına gittiğini, uzun zaman ona hizmet ettikten sonra güzel sözler ve nefesler söyleme kudretini kazandığını anlatıyor.
Eldeki menkıbeler ve tarihi vesikalardan çıkarılan kuvvetli ihtimale göre Yunus, hayatının büyük bir kısmının geçtiği Sakarya çevresinde ölmüştür. O civardaki Sarıköy'de ona ait diye gösterilen türbede gömülü olması en kuvvetli ihtimaldir.
***
Kaynak II
Yunus Emre'nin doğum ve ölüm yılları belli olmadığı gibi hayatı hakkında da açık bilgi yoktur. Bazı tetkikçiler onu on üçüncü yüzyılda ve on dördüncü yüzyıl başlarında yaşamış gösteriyorlar; ve dil bakımından daha ileri vasıflar taşıyan "Şol cennetin ırmakları..." ilahisi ile birlikte bu cinsten daha birçok şiirlerin ona ait olmadığını söylüyorlar.
Bu duruma göre, on dört ve on beşinci yüzyıllarda yaşamış birkaç Yunus'un bulunması icabediyor. Halbuki ayrı ayrı mühim şahsiyetler halinde muhtelif Yunus'ların yaşadıklarına dair hiçbir kuvvetli delil elde bulunmadığı gibi milletin Yunus Emre diye tanıdığı şair de "Şol cennetin ırmakları..." ve benzerlerinin müellifidir. Bu şahsiyetin on dördüncü yüzyıl sonlarında yaşadığım bildiren tarih kaynakları da mevcuttur. Biz, on üçüncü yüzyıl ortalarından on beşinci yüzyıl sonlarına kadar uzanan iddiaların ve ihtimallerin ortalaması olmak ve elde bulunan şiirlerin hemen hepsiyle kabil-i telif sayılabilmek üzere, Yunus Emre'yi, tek şahıs halinde on dördüncü yüzyılda yaşamış kabul etmekteyiz. Şiirleri toplanarak basılmış bulunmaktadır.