Hani ya! Bülbül gibi şakıyan, aşkı gözlerden okuyan dillerin hani? Hey gidi on beş yaşın Suna'sı hey! Toprağa girecek yaş mı bu!
"Recep" derler bir genç vardı. Kars'ın Kağızman'ında. Recep'in babası "Ağa Dede" adlı bir rençberdi. Oğlu, okuma-yazma yaşına gelince, Hafız Lütfi Efendi'ye yolladı onu. Eskiden nerede şimdiki okullar. Varsa yoksa medreseler. İşte Recep'te gözlerini Hafız Lütfi Efendi'nin medresesinde açtı çevreye. Sesi güzel olduğu için de hocası onu çok seviyordu. Recep, on iki yaşına gelince, medresede ders vermeye başladı.
Yaşının ergenliğe geçiş dönemi. Öğrenciler arasında kızlar da var. Hele bunlar arasında emmisinin kızı Suna var ki, bir içim su. Suna da onun yaşlarında, çocuk daha. Ama, Recep'in ilgisini anlıyor. İçten içten de boş değil Recep'e. Recep derseniz, günden güne tutuluyor Suna'ya. Uykuları kaçar oluyor, rahat, huzur hak getire. Medreseyi terk edip, dağlara düşüyor. Elinde sazı, çalıp, söylüyor. Yaktığı türküler de hep Suna'nın üstüne.
Derken, mesele Recep'in babasının kulağına gidiyor. Babası olgun adam. Varıp Suna'nın babasına açıyor konuyu:
- "Vallah kardeş, durum böyleyken böyle, bizim oğlan deli divane. Dağlara düştü. Suna der de başka birşey demez. Allah kısmet etmişse, baş göz edelim çocukları. Elin akıllısından, bizim delimiz iyidir" diyor.
Suna'nın babası dinliyor kardeşini. Sonra da:
- "İyi de kardeşim, Anşa evdeyken, Suna'yı nasıl veririm! El alem ne der. Büyüğü dururken, küçüğünü verdi. Törelere karşı geldi demezler mi? Suna olacağına, Anşa olsun" der.
Recep'in babası ilkin hık-mık eder, sonra da:
- "Gençtir. Çabuk unutur. El kızı geleceğine, Anşa olsun" der.
Ee devir eski devir, töreler baskın. Emmioğlu, emmi kızıyla evlenecek. Onun da ilkin büyüğü gelin olacak.
Haber Recep'in kulağına gelince, vurulmuşa döner. Ama, ağzını açıp da babasının kararına karşı gelmek ne haddine, boynunu büküp oturur. Suna derseniz, olanlardan habersiz. Ona kalsa, ömür boyu bekleyecek Recep'i.
"Anşa evlenir giderse, sıra bana gelir. Ben de Recep'e varırım" diye hesap ediyor Suna. Ama, iş açığa çıkıp durumu öğrenince iki gözü, iki çeşme Suna'nın. Ağlamak için kenar köşe arıyor. Sonra da iki elinin arasına alıyor başını. Haykıra haykıra ağlıyor. Başka da bir şey gelmiyor elinden. "Hayır Recep beni istiyor, ben de Recep'i" dese, kim dinler. Üstelik el aleme rezil olur. Babasının, anasının da yüzüne bakamaz. Boynunu büküp bekliyor.
Uzun sözün kısası, Recep'le Anşa'nın düğünü yapılıyor. Baş göz olup çekiliyorlar evlerine. Ama, nerede Suna, nerede Anşa. Recep'in gönlü illa ki Suna diyor. Kimseye belli etmek istemiyor. İçini türkülerle döküyor, dertli dertli çalıp, türküler yakıyor Suna'ya. Gece gündüz demeyip, dağ, bayır, ova, yayla dolaşıp duruyor. Medreseyi de, hafızlığı da bırakıyor. Bir tek "Hıfzı" takma adı kalıyor hafızlığından. Türküleri de dilden dile dolaşmaya başlıyor. Duyan duymayana, bilen bilmeyene söylüyor. Kağızmanlı Hıfzı'nın türkülerini.
Suna derseniz içine kapanık. Arada bir ablasına gittiğinde görüyor Hıfzı'yı. O kadar! Onda da dertlenip dönüyor eve. İçine atıyor hep. Hıfzı, Suna'yı alsa kaçsa, töreler! Babasının, emmisinin şerefi. Bakıyor oluru yok, Suna'sız yaşamak zor, çareyi gurbette arıyor.
"Alır başımı giderim. Ola ki unuturum. Gözden ırak olan, gönülden de olurmuş" diye teselliyi gurbette aramaya çıkıyor. Babasına da geçimi sebep gösteriyor. "Baba bu geçimle iki ay baş edemez. Ben Anşa'yı alıp gurbete gidiyorum. Üç beş kuruş biriktirir döneriz" diyor. Babası karşı koymak istiyorsa da Hıfzı kararlı.
Çok geçmeden de yükünü sırtlayıp, yollara düşüyor. Şura senin, bura benim. Vara vara Çukurova'ya varıyorlar. Toprağı bereketlidir Çukurova'nın diye duymuştur. Gidip bir çiftliğe yerleşiyorlar. Ufak tefek işlerine bakıyorlar çiftliğin. Kendisi at arabasını sürüyor. Tarlaya gidip geliyor. Ekim dikimle uğraşıyor. Anşa da, çiftlikte yemek yapıyor, ortalığı temizliyor. İnek sağıyor. Geçinip gidiyorlar. Ama, Suna aklından çıkmıyor Hıfzı'nın. Unuturum diye çıktığı gurbet, daha çok yakıyor içini. Rüyalarına giriyor Suna. Derdini bir tek kavalına anlatıyor. Anşa hiç bir şey anlamıyor. Ağzını açıp iki çift laf etmiyor zaten Hıfzı'yla. İki yabancı gibiler evde. Bunlar böyleyken, acaba Suna ne yapar? Suna ne durumdadır? Haberi, Suna'dan verelim:
Hıfzı, Kağızman'dan çıkıp gurbet yoluna düşünce, Suna'nın içini de kurt kemirmeye başlar. Eriyip akmaya başlar, Suna. Yanaklarındaki on beş yaşın pembeliği, yerini, limon rengine bırakır yavaş yavaş. Sararıp solar, Suna. İlaçtı yatırdı boş, kimse çare olamaz, Suna'nın derdine.
Bir de şu var, yaşlılardan bazısı, 'ancak evlenirse iyileşir bu' diyor. İsteyeni de çok Suna'nın. Babası uygun birini kestirip, işini bitirdi. Kimse de Suna'ya bir şey sormadı. Bir yandan, sırtı kesiliyor, düğün hazırlığı yapılıyor, öteki yandan derdine çare aranıyor Suna'nın. Küt küt öksürüyor, soğuk soğuk terliyor Suna. Kimsenin olmadığı yerlere çekilip için için ağlıyor. O kadar. Bir tek rüyalarda teselli buluyor. Rüyalarında Hıfzı'yı görüyor hep. Kuş olup uçuyor Hıfzı. Gelip evin bahçesine konuyor. Sonra kocaman kanatlarını vurup iniyor aşağı, kaptığı gibi havalara uçuyor Suna'yı. Suna da kollarını kanat gibi çarpıyor. O da Hıfzı'yla uçuyor. Dağları ovaları geçip, gözden kayboluyorlar. Sonra ılık bir ter basıyor yeniden. Açıyor gözlerini ağlıyor ağlıyor.
Uzun sözün kısası;
İnce hastalık yakıp kavuruyor Suna'yı. Gün güne de eriyip akıyor. Bir deri, bir kemik kalıyor. Öte yandan düğün günü de gelip çatıyor. Bir yanda saz söz, bir yanda davul zurna. Yeniyor içiliyor. Buz gibi şerbetler dağıtılıyor. Gelinlik elbisesi de çok yakışıyor Suna'ya. Düğünün ikinci gecesinde Suna yataklarda. Bakıyorlar olacak gibi değil, erteliyorlar düğünü. Suna'nın son yatağa düşüşü oluyor bu. Bir daha çıkamıyor yataktan. Hıfzı'nın adını sayıklaya sayıklaya, son nefesini veriyor. Evin şenliği, yasa dönüyor. Gelinlik elbiseleriyle koyuyorlar mezara Suna'yı. Başına da "Murad almamış gelin" diye yazıyorlar.
Suna'nın son nefesini verdiği gece, Hıfzı sabaha kadar uyuyamıyor. Kan ter içinde dönüp duruyor yatağında. Gözlerinde Suna'nın hayali. "Tez gel" diye yalvarıyor. Gözlerini kapasa, rüyasında Suna. Sabahı iple çekiyor, Hıfzı. Sabahın erkeninde kalkıp, Anşa'ya:
- "Tez hazırlan, memlekete döneceğiz. Zaten gurbetin hayrı yok. Elimiz görüyor, cebimiz görmüyor. Hasretlik de cabası."
Varıp çiftlik sahibine anlatıyor durumu. Tez elden yola çıkıyorlar. Şura senin, bura benim. Günlerce yol tepip, ulaşıyorlar Kağızman'a. Tez varıp Suna'yı soruyor, Hıfzı. Ağlayarak durumu anlatıyorlar. Olduğu yere yıkılıyor Hıfzı. Başı ellerinin arasında, saatlerce ağlıyor.
Sonra sazını alıp, Suna'nın mezarına gidiyor. Mezar taşına bir baykuş konmuş, figan etmektedir. Bir kenara da Hıfzı çekilir. Vurur sazın tellerine.