Kasap Kazım genç bir Kayserili, uzun boylu, gür kaytan bıyıklı, esmer tuncu andırır yüzlü bir delikanlı. Oturduğu mahalleden bir tüccarın kızı ona aşık olmuştu. Kız iki de bir kasap Kazım'a haber gönderir, "ya beni babamdan istersin yahut kaçırırsın" diye. Kasap Kazım ağır başlı bir delikanlı olduğu için aldırış ettiği yok.
Bir gün düğürcü gönderdi, kızı babasından istedi. Razı oldular ve nişan yapıldı.
Aradan birkaç gün geçmişti. Kazım'ın arkadaşlarından Hoyrat Ahmet, onun nişanlandığını duyunca müthiş surette kızdı, içerledi. Hoyrat Ahmet daha evvel Kazım'ın nişanlısını istemiş de vermemişlerdi. Hoyrat Ahmet hırsını yenemedi. Bir sabah kasap Kazım'ın yolu üzerinde pusu kurdu, beklemeye başladı. Yolun bir kenarı mezarlık, öteki tarafı ağaçlık, Kazım dükkanına gidiyordu. Sabah güneşi yüzünde sert gölgeler bırakmıştı, ceketinin yeni rüzgarda uçmakta.
Birdenbire mezarlığın kenarında eli kamalı bir adamın üzerine koştuğunu gördü. Gözleri bulut bulut. Kaçmadı. Hoyrat Ahmet'in gelince vurduğu iki hançer darbesi ile yere yıkıldı.
Dağ gibi delikanlı yerde uzanmış yatıyor. Göğsünden, ağzından boşanıyor kanlar. Kırmızı renkli gölcükler peyda olmuştu. Kaytan gibi bıyıkları kızıl kanlar içinde. Yüzünün tunç rengi, ölü toprak rengini andırıyordu. Genç yaşta bir alçağın darbesiyle can vermek ne fena şey.
Kazım, henüz ölmemişti ama, ya kaybettiği kan? Akrabaları onu doktora götürdüler. Doktor: "Böyle derin hançer yarasına derman olur mu?" diye düşünüyordu. Birkaç dakika sonra Kazım, bir yiğit delikanlı, ruhunu Allah'a teslim etmişti. Arkasından ağlayanlar çoktu. Ama en çok ağlayan nişanlısı.
Genç kız acıları dile getirmiş nişanlısının ağzından bir ağıt söylemişti.