Tarih Boyunca Yemen - Türkiye ilişkileri yazısında 21. Dönem Tokat Milletvekili Hasan Hüseyin Balak şöyle yazıyor:
Mısır Sultan'ı, Emir İskender'i Yemen Valisi olarak atamıştı. Yavuz Sultan Selim'in 1517'de Mısır'ı fethettiğini duyan Emir İskender, Sanalıları Camii Kebir'de toplayarak Mısır'ın Osmanlı tarafından fethedildiğini dolayısıyla Yemen'in de Osmanlı mülkü olduğunu ve Yemen halkının da Osmanlı tebasına geçtiğini söyleyip biat ettirmiş ve Yavuz Sultan Selim için camilerde hutbe okutmuştu. İşte Türklerle Yemen arasında ilmikli bir bağ yaratan ilk tarihi hadise bu hutbe olmuştur.
Yavuz Sultan Selim Han, Emir İskender'e paşalık unvanı vererek 1517'de Yemen'e vali tayin etmiş. Bu tarihten itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası haline gelen Yemen'i artık ne pahasına olursa olsun muhafaza etmek, asileri itaata zorlamak bunun içinde anayurttan ordular yollamak lüzumu hasıl olmuştur.
1520 de Yavuz'un ölümü neticesi tahta geçen Kanuni tarafından Yemen tekrar feth olunmuştur.
Ancak şu da bilinmelidir ki; Yemen, tarihin hiçbir kesiminde fethedilememiştir. Şehare mıntıkası denilen ve imamlara isyan karargahı olan bu yerler hiçbir ordu tarafından zaptedilmemiş yerlerdir. Bundan başka Yemen tamamen zapt olunsa bile ordunun çiğneyip geçtiği yerlerde ilk fırsatta isyan ve savaş tekrar başlardı. Yemen'in tabiat ve hasleti böyle olunca Osmanlı İmparatorluğu, ömrünün sonuna kadar Yemen'le uğraşmıştı.
Yine tarihçi diyor ki: "Yemen vilayetinin teşkilatından bugüne kadar her gün askerden ve ahaliden bir seylap-ı hun akmaktadır ki Şap Denizi bir derya-yı sürahsar-ı hunine tahvil eyledi. Arapların da onu bahr-i ahmer namıyla tevsim etmeleri hakikate munkalip oldu."
Yani Yemen'de bir kan seli akmaktadır ki Şap Denizi'ni kızıl bir kan deryasına çevirdi. Arapların onu Kızıl Deniz diye isimlendirmesi hakikat haline geldi anlamına gelmektedir.
Yemen'de şehit olan binlerce Mehmetçiğin şimdi mezarları dahi yoktur. Bu konuyla ilgili Zeki Ehiloğlu, "Yemen'de Türkler Tarihimizin İbret Levhası" adlı kitabında şöyle yazmış:
Gösterilen sağ yanımdaki yamaca tüylerim ürpererek bakıyorum. O munis, fedakar o sevimli Anadolu çocuğunun meymenetsiz Yemen uğruna yandığım kadar çıplak, sevimsiz, verimsiz dağ yamaçlarında gömülü kalmasına da içim yanıyor. Etrafa dikkatle bakıyorum, mezar denecek kadar küçük bir işaret bile görünmüyor. Belli ki bu geçit vermeden dimdik yükselen başı dumanlı çıplak dağların morarmış toprakları Türk çocuklarını timsahlar gibi sindire sindire yutmuş, bu müthiş gaddarlığın izi kalmasın diye de her yeri dümdüz etmiş. Çanakkale, Dumlupınar şehitlerini bütün milletçe tebcil edilen şerefli hatıraları yanında, yine mukaddes vazife uğruna can vererek buralarda gömülü kalan, hatıraları bile unutulmaya yüz tutan bu zavallı yavrulara nasıl yürek yanmasın? Gayesizlik uğruna feda edilen bu Türk çocuklarının hatırasını ve akıbetini düşündükçe içim burkuluyor, gözlerim yaşarıyor.