Mehmet Niyazi "Ah Yemen" romanıyla ilgili gittiği Yemen'de misafir olduğu bir evde "Yemen'de ne işimiz vardı?" sorusu kendisine soruluyor. "Yemen'de ne işimiz vardı?" makalesinde bunu naklediyor.
Yemenliler misafirperver, dost insanlar. Arşivlerini ziyaret ettiğimizde milli kıyafetlerin içindeki genel müdür Kadı Ali Ebu Recel Bey'in her klasik Yemenli gibi cembiyesi belindeydi. Yardımcısı Ali Tavvah, Türkçe bilen müdürü Fuad Sami Bey'ler bizi gönülden kabul ettiler. Bize severek yardımcı oldular. Biz de ihtiyaç duydukça onlara başvuracağımızı belirttik.
O gün akşam Türk Koleji'nde müdür yardımcılığı yapan Muna Saim Halil Hanımefendi, bizi evlerine davet etti. Ellerinde sadece bir mektubu bulunan, Ege'den Yemen'e gelen Türk dedesinden söz arasında bahsetmişti. Biz de Türk asıllı bir aile görmek istiyorduk. Faruk Yanık Bey bizi götürdü. Kapıdan girdiğimizde Öğretim Üyesi Muhammed Saim Halil, Doktor Nejat Saim Halil, ev hanımı Feride Saim Halil, Muna Saim Halil, Öğretmen Honak Saim Halil'den oluşan aile bizleri güler yüzle, sımsıcak bir tavırla karşıladılar. Misafir ağırlayışlarına biraz dikkat eden, Yemen'in çok köklü kültürü olduğunun farkına varır. Hepsi şık, tertemiz, İslami ölçülere riayet ederek giyinmişlerdi.
Eskilerin "merfeç" dedikleri, Şark usulünce döşenmiş bölümünde oturduk. Sohbetimiz Osmanlı'nın Yemen'inde, San'a'sında derinleşti. Adenli olan gelinleri; "Osmanlı'nın burada ne işi vardı?" diye sordu. Öyle bir ses tonuna sahipti ki, kesinlikle bizi tahkir etmediği, sorusunun meraktan kaynaklandığı açıkça anlaşılıyordu. Bizde de bazıları, hatta devlet adamlarımız bile "Yemen'de ne işimiz vardı?" diye sormuyorlar mıydı? Adenli gelinin masum sorusunun bizdekilerin maksatlı tarizleriyle örtüşmesi Batılı, bilhassa İngiliz propagandalarının başarılı olduğunu gösteriyordu.
Yemen üzerinde çalışan biri olarak bu soruya cevap vermem gerekiyordu. İki cümleden sonra susuyor, Faruk Yanık Bey'in tercümesini bekliyordum; "Yavuz, Mısır'ı Osmanlı'ya katınca, oranın egemenliği altındaki Yemen de Osmanlı hakimiyetine girmiş oldu. Osmanlı hiçbir zaman Yemen'e gelmeyi düşünmedi. Geleneksel idari yapılarını sürdürmeleri için dağlık kesimde yönetimi Zeydi imamlarına, Tehame bölgesindekini de Şafii ve Hanefi alimlerine bıraktı. İran ve Portekizliler anlaşarak Kızıldeniz'in Hint Okyanusu'na açıldığı Babü'l-Mendep Boğazı'na gelip yerleştiler. Gün geçtikçe hakimiyetlerini kuzeye doğru yayıyorlardı. Afrika'dan hacca gelenlerden haraç toplamaya koyuldular. Yemen'in feryadı İstanbul'da yürek yakıyordu. Osmanlı, Süveyş ilçesinde bir donanma inşa etti; o bölgeden Portekiz ve İranlıları sürüp çıkardı. Özdemir ve oğlu Osman paşalar, Yemen ve Etiyopya'da adil bir yönetim kurdular. Bugün bile iki Etiyopyalı, anlaşmalarına sadık kalacaklarını belirtmek amacıyla el sıkışırlarken Kanuni'yi kast ederek "Akt-i Süleymani" derler. Osmanlı tekrar yönetimi oradaki sahiplerine bırakıp çekildi (1645). İngiltere, 1839 yılında Hint yolunun üzerindeki Aden'de bir kömür deposu kiralamak istedi. Oranın sultanlığı ile anlaştı; kömür deposu bahanesiyle girip Aden'i işgal eden İngilizler her geçen gün hakimiyet alanlarını genişletmenin yolunu arıyorlardı. İşte bunun üzerine Osmanlı 1848 yılında bir daha Yemen'e indi. 1850'lerden itibaren petrolün, demir ve kömürün ekonomideki yerini alacağı belirginleşmişti. O zaman bilinen petrol rezervleri Kuveyt, Musul ve Kerkük'te idi; buralar da Osmanlı toprağıydı. Osmanlı, petrolü hayatına katarak ayağa kalkmak, Avrupalılar da onu parçalayıp petrolüne konmak istiyorlardı. Weiman Bury, nam-ı diğer Abdullah Mansur, Lawrence gibi dessaslar akla hayale gelmeyecek tahriklerle çölü kan gölüne çevirdiler.
Bu soruyu soranlar önce şunlara cevap aramalıdırlar: İtalyanların Yemen'in karşısındaki Eritre'de, Fransızların Cibuti'de, İngilizlerin Aden'de ne işleri vardı? Ve sonra Osmanlı Müslüman'dı; onun da kalbi Mekke ve Medine'de çarpıyordu. Mekke ve Medine'nin güvenliği de Babü'l-Mendep Boğazı'ndan başlıyordu."
Tercümenin ardından Faruk Yanık ve Bayram Murat Bey'ler Yemen türküsü "Havada Bulut Yok"u söylerlerken, ev halkı da gözyaşlarını siliyordu.
Yemen'de ne işimiz vardı? sorumuzun cevabını Devlet Arşivleri Genel Müdürü Doç. Dr. Yusuf Sarınay, "Osmanlı Arşiv Belgelerinde Yemen" adlı kitabın önsözünde cevap vermiş. Şöyle yazmış: "Osmanlıların ilk Yemen'e geldikleri tarih, 1530'lu yıllara tesadüf eder. Bu tarihlerden itibaren Osmanlı Devleti, İstanbul'dan Yemen'e üst düzeyde görevliler göndererek hem kendisi hem de bölge için güvenli bir yönetim kurma gayret ve çabası içerisine girmiştir. İkili ilişkilerin çok sıcak geliştiği bu dönemde, Yemen idarecilerinin Osmanlı Devleti'ne bağlılıklarını sundukları bilinmektedir. Sonraki tarihlerde bu politikada bazı değişiklikler olmuşsa da, genel hatlarıyla Yemen'in Osmanlı yönetimi altında bulunması, kaçınılmaz bir durum almıştır. Çünkü başta Portekizliler olmak üzere diğer Batılı devletlerin emelleri ortaya çıkmış ve Yemen'i de içine alan İslam coğrafyasının güvenliği tehdit edilir olmuştur.
Bu çerçevede, Osmanlıların Yemen üzerindeki hakimiyetlerinin temel sebeplerinden birinin Müslümanların kıblesinin bulunduğu Mekke şehrine oldukça yakın olan bölgeyi ve çevresini yabancıların suikast ve saldırılarına karşı korumak olduğunu rahatlıkla söylemek mümkündür."
Türk tarihi için Yemen niye önemlidir?
Muhsin Öztürk'ün bu sorusunu, "Ah Yemen" romanının yazarı Mehmet Niyazi şöyle cevaplıyor: "Babül Mendep Boğazı Kızıldeniz'in, Batı Afrika'nın aynı zamanda Arap Yarımadasının, Mekke ve Medine'nin kilididir. Nasıl ki İstanbul'un güvenliği batıda Tuna'dan başlarsa, güneyde de Babül Mendep Boğazı'ndan başlar. Ayrıca Yemen toprağında bulunan Aden limanı da Hind ve Uzakdoğu deniz yollarını kontrol altında bulundurur."
Uğruna binlerce şehit verdiğimiz, nice ana, bacı, gelin kızların ağıt yaktığı acıya sebep olan Yemen, Yavuz Sultan Selim döneminde ele geçirilişinden (1517), kaybedildiği Mondros Mütarekesine kadar (1918) 400 sene Osmanlı İmparatorluğunun egemenliğinde kalmıştır.
400 sene kendilerine öz evladı gibi bakan Osmanlı Devletine karşı Yemenliler, İngilizlerin aldatmacasına kanarak onlarla ittifak imzaladılar. İngilizlerle birleşip Türklere karşı savaştılar. Osmanlı Devleti, Arabistan Yarımadası'nda çok zor durumda kaldı. Osmanlıya beş cephe açıldı. Bu nedenle daha asker gönderilirken yağız delikanlılara dönmeyecek gözle bakılmıştır. Gerçekten de gidenlerin çoğu gelmemiştir.
İmparatorluğun en uzak toprağı olan Yemen'de, sayısız isyanlar çıkmıştır. Osmanlı bu isyanları bastırmak için Anadolu'da seferberlik ilan etmiş, içlerinde 15-16 yaşlarında çocuklarında bulunduğu gençlerden "Redif Alayları" oluşturarak Yemen'e göndermiştir.
Askerlerin bir kısmı hastalıktan bir kısmı da savaşta çarpışmalarda şehit olmuştur. Yıllar süren savaşlardan dolayı Yemen'e gidenlerin çoğu dönmemiştir.
Yemen'de her isyan çıktığı haberi İmparatorluğa ulaştığında; Yemen'e gönderilmek üzere, Anadolu'dan toplanan askerler, yürüyerek İzmir'e, oradan da yabancılardan kiralanan gemilerle, Yemen yolculuğuna çıkmışlardır. Ne var ki, günlerce yürüyerek yorgun düşen askerlerden bir kısmı gıdasızlık ve bakımsızlıktan meydana gelen salgın hastalık sonucu, daha yolculuk esnasında Kızıldeniz'in sularına gömülerek; Yemen'e varabilenler ise, "Tehame Çölleri"nde günlerce süren yürüme sonucu meydana gelen su kaybından tifo hastalığına yakalanarak hayatını kaybetmiş ve elbiseleriyle beraber açılan çukurlara gömülmüşlerdir. Bu bakımdan, Yemen'de çok şehit verilmiş, en çok ağıt da Yemen için yakılmıştır.
Yemen harbinde birçok şehit veren Kırşehirli Aşık Hüseyin'den alınan bir Yemen türküsü de şöyledir;
Bir alay askerdik bindik gemiye
O gemi götürür bizi Yemen'e
Şükür o Yemen'de geri dönene
Yemen'e de benim ağam Yemen'e
Ateş düştüğü yeri yakar kime ne
(...)